Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

1865'te Ben Bir Dilin Kıyısında Şiirle



Toplam oy: 148
1865’te Ben, varlıkla yokluk arasında mütereddit bir ruhla dolaşanlar için sahici bir dertleşme. “İnsan, bu dünyada şairane mukimdir,” demişti Hölderlin. Yıldız’ın şiirleri dil aracılığıyla bu mukim olmanın imkânlarını sonuna dek yokluyor.

Bir şiirin içinde tarihler geçiyorsa, şiirle tarih arasında kurulması elzem bağları hatırlarım ilk elde. Tarihsiz şiir de, şiirsiz tarih de muhaldir. Bilincimizin dehlizlerinde iki fiyakalı dedektif gibi dolaşır her ikisi de. Birini diğerinden ayırmak ne derece mümkün? Türkçenin tarihi şiirimizin de tarihi değil midir bir bakıma? Bu bağı nerede aramalı? Sivil şairimiz Ece Ayhan, Bir Şiirin Bakır Çağı’nda şöyle söyler: “Evet, gerçekten, eğer şair şairse yarısı tarihçidir! Yani şiir ve tarih, bu uslu ve halim selim Anadolu’da iç içedirler.” Bu iç içe oluşu, şiirin hafızayla yani geçmişle kurduğu ontolojik kaygılar özelinde değerlendirebiliriz belki de. Tarih bir kökse, hafıza o kökün saçaklarıdır.

 

1865’te Ben, Bünyamin Yıldız’ın uzun yıllar sonra nihayet yayımlanan ilk şiir kitabı. Nihayet diyorum, çünkü Yıldız’ın nerdeyse çeyrek asra varan şiir macerası iki kapak arasında derlenip toplanıp görücüye çıkma imkânı buldu. Kitaptaki şiirler, Yıldız’ın bu tarihsel kesit içinde hangi ana/ara arterlerde dolaştığını göstermesi açısından oldukça anlamlı. Nerdeyse otuz yıllık bir şiir birikiminin hepsinin bir kitapta toplanmasının hem biçim hem de içerik açısından bize daha yetkin ve sağlıklı bir okuma sunacağı da atlanmamalı kanımca. Kitabın ilk şiiri Nikel ile son şiiri Bir Geliyor Ki arasında estetik söyleyiş ve dil işçiliği açısından hatırı sayılır bir kaygı birlikteliği var. Bunu şairin yıllar önce şiirle imzaladığı mesuliyet ortaklığının bir tezahürü olarak okuma taraftarıyım. Elbette insan neredeyse orasıdır: “kaç kişi anlıyorki şiirden diye kişiyi terkedelim/ kaç kişi den anlıyor şiir/ bu şekilde bir soru daha soralım” (Der Saç’, s.61)

Dil anlamı örterse
Bünyamin Yıldız’ın şiirinde “kaygı”nın merkezinde her zaman dil var. Bir şeyi nasıl anlatabilirim kaygısından bahsetmiyorum, hayır. Bahsettiğim kaygı dilin kendisinde yoğunlaşan bir karaktere sahip. Onun şiirleri dergilerde yayımlanırken, yapılan eleştiriler daha çok şiirinin zor anlaşılır olduğu hatta anlaşılmaz olduğu merkezinde odaklanıyordu. Kim anlaşılmamak için yazar? Bu eleştirileri, haklılık paylarını da gözeterek şimdilik bir kenara bırakalım. Çünkü Yıldız’ın şiiri bir dilin kıyısında yapılan arkeolojik bir kazı gibidir. Bir kelime arkeolojisidir onun şiiri. Anlamdan dile doğru değil de dilden anlama doğru bir seyrüsefer hattı kurmaya çalışır şair. Bu açıdan dil, kelime oyunları, imgeler, analojiler bir gerilim hattında bizi şiirin/şairin uyanıklığıyla baş başa bırakır: “dövük eşyalar arasında gece gün dolaşırım/ hiç bulamam kütük gibi yumuşağını soğuk gibi arsızın” (Nikel, s.7)
Kuşkusuz “zor” bir şiir yazıyor Yıldız. Bu zorluğu şairin dile yüklediği misyon özelinde kullanıyorum. Yıldız şiiri hem biçim hem de içerik açısından okuru uğraştırmayı seviyor.
Eziyet kelimesi kaba olacağı için uğraştırıyor dedim. Bir şiirden, yazıldığı dili dönüştürmesi, derinleştirmesi beklenir elbette. Ne var ki, dil kendi doğal bünyesi içinde “yapay” bir müdahaleyle iğdiş edildikçe anlamı örtmeye başlar. Yıldız şiirinin zor yönü aynı zamanda onun zayıf yönü de. Dil anlamı örttükçe, okurun kelime oyunları içinde kaybolma tehlikesi baş gösterir: “bugün biçiğin gölüne girmiş ördek/ almış nefes almış turne/ demiş yunuk madem ek/ hık demiş eltmiş gelmiş/ çilk/ biristanbul şivesiz” (Şive, s.11)
Demek istediğim, bir şiiri sadece sentaksları, kelimeler arasında kurulan ses/prozodi ögeleri için okumayız. Biçimle anlam arasındaki altın dengeyi yitirdiğinizde arada sadece dilin zarında yankılanan ritmik sesler kalır. Hâlbuki şiir, bu ritmik seslerden daha fazlasıdır. Yıldız’ın bazı şiirleri yer yer bu riskleri içinde barındırıyor. Dil anlamı örterse müşkülpesent okur alır başını gider. Burada iş, okurun maharetine kalmış artık. Dille zoraki bir kavgayı göze alıp şiirin çeperlerini yoklamaya ahdetmiş bir okur için sadece anlam değil dil de bir mevzidir. Gözü pahasına o mevziiyi ele geçirmenin soylu kavgasını verir o. 1865’te Ben’deki şiirleri bu gözle okumakta fayda görüyorum.
İskân önerileri
Bünyamin Yıldız şiirinde mazinin ayrıcalıklı bir konumu var. Yukarda bahsettiğim tarih ve hafıza denkleminde bir hatırlama/ unutmama imgelemi içinde kendine bir yurt kuruyor şair. Mazi dedim ama bu mazi bir nostalji havasından ziyade bilinci ve duruşu kavi kılan bir enstrüman gibi kullanılıyor Yıldız şiirinde. Daha uç bir şey söyleyeyim, onun şiirinde maziyi geçmişte değil de gelecekte aramak gerek belki de. Gelecekte bir mazi var mı? Zaman sarmalını ters yüz edersek niye olmasın? Ki, bu tavır Yıldız şiirinde pek de yabancısı olmadığımız bir olgu: “1865’te ben/ epey eskimiştim/ madeni bir raftan/ peynir mi ne indirmiştim” (1865’te Ben, s.14) 1865 bir tarih şüphesiz ama hangi takvimin tarihi? Belki miladî değil de hicrî bir tarihtir bu, ‘epey eskimiştim’ dizesini kerteriz alacak olursak. İnsan geçmişinde değil geleceğinde eskir şüphesiz.
İskele başlıklı şiir, Yıldız’ın biçimle içerik arasında kurmaya çalıştığı ilginç korelasyonu örnekleyen bir metin. Tam on bir sayfalık bu uzun şiirde, nerdeyse birkaç kelimeyle örülmüş kısa kısa dizelerin sıralanmasıyla bir iskele imajı da oluşturulmuş gibi. O şiirden iki dize: “Ben aradakiyim/ mütereddid” (İskele, s.32) Yıldız şiiri, çelişkilerin ve sorguların içinde bir var oluş kaygısı çekiyor daha çok. Belki de yok oluş kaygısı demeliyim. Şairin zamana yani maziye attığı çapanın ucunda bu kaygının ayak izlerini görüyoruz. “herşeyin içinde kaybolduğu bu düşten çıkıyorum az daha düş” (Hatasız Şair, s.34) Mazi söz konusu olduğunda unutmak da yadırgatıcı bir hâldir. Bir tezat gibi görünmesine rağmen hatırlamak da korkutucudur. Hatırlamanın ıstırabıyla dolu olsa da, şair tam orada bir direnç noktası aramaktadır: “insanım unutmaktan utanıyorum/ hatırlamak korkutucu olsada hatıralar/ dan bir tat umuyor içimdeki proust/ içimdeki şerefe: kurban” (Mürcie Che Ne, s.65)
Yıldız şiiri, bir anlam örgüsü içinde konuşmaya başladığında dilin içinde bir gerilim hattı gibi duran kelimeler birer hakikat remzine dönüşüyor. Var olduk, peki yok olmaktan nasıl kaçınacağız, mümkün mü bu? Gelmiş bulunduk bir kere bu dünyaya. Hatta kendimizi gelmiş bulduk. Ya ötesi? “şu sözü güzellikle yazıyoruz;/ bizim gitme zamanımız geldi/ ama bağrımızda bir mürekkep/ her gizli diviti bildi/ hebadır burada kalmaklığımız/ hevadır götüren de oraya/ cüssemizi (Sol Omza, s.47) Şairin maziyle kurduğu diyalektik ilişkinin çeşitli veçheleriyle yüzleştikçe, bu varlık/yokluk meseli şiirsel bir hesaplaşmaya dönüşüyor giderek: “kardeşim ah gün çıkarmadan bu dünyada yapamaz mıyım hiç/ şey/ kardeşim nereye baksam suçlu olmadan yürüyemez miyim” (Gün Çıkarması, s.56)
1865’te Ben, varlıkla yokluk arasında mütereddit bir ruhla dolaşanlar için sahici bir dertleşme. “İnsan, bu dünyada şairane mukimdir,” demişti Hölderlin. Yıldız’ın şiirleri dil aracılığıyla bu mukim olmanın imkânlarını sonuna dek yokluyor. “ben ömrümün çoğunda seni bekliyor/ kalanında özlüyorum” (İskân Önerileri, s.98)

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.