Her edebiyat ortamının bir açık bir gizli örgütlenme şekli vardır. “Gizli” denilince akla neler neler geliyor. İlk akla geleni, güç-çıkar bileşkesi içinde yürütülen faaliyetler. Kulisler, lobiler, al gülüm ver gülümcüler vb. Bilgi sosyolojisi içinde daha iyi anlayabileceğimiz büyük cemaatler de edebiyatı kendilerine uygun bir şekilde örgütlemeye çalışırlar. Buna son yıllarda sıkça kullanılmaya başlanan “mahalleler”i de ekleyebiliriz. Örneğin “Cihangir” ve “Fatih” aynı zamanda edebiyatımızın da iki mahallesidir. İstanbul’da öne çıkan iki edebi cemaat olduğunu görüyoruz.
“Gizli” demekle benim kastettiğim bunlar değildir. Belki “derin” demeliydim, ancak şu günlerde o daha bir yanlış anlamaya elverişli. Tarihsellik içinde alttan alta bir örgütlenmeden söz ediyorum aslında. Değerlerle kendiliğinden bir örgütleniş. Doğal olması hasebiyle örgenleniş de diyebiliriz.
“Yunus Emre Türk Dünyası Büyük Ödülü” meselesini de bu kavrayış içinde ortaya atmıştım.
Bu sadece bir ödül değildir; tarihsellik bilinci içinde altında toplanacağımız bir sancaktır.
İran’da Hafız-ı Şirazi, Azerbaycan’da Genceli Nizami sancakları yakınımızdaki örneklerdir.
Geçen ayki yazımda Türk yazarlarının “parçalanmış kanonun çocukları” olduklarını söylemiştim. Bu parçalanmışlık, aslında daha dayanıklı olan, gizli, derin örgütlenişi giderek daha kötü tahrip ediyor. Değerler, içleri boşaltılmış olarak kapanın elinde kalıyor. Donuk akademi, donuk vakıflar, bir solukluk canı kalmış ödüller, bunların her biri bir tarafta fersiz.
2009 yılı böyle bir tablo. Daha doğrusu görünüm daha belirgin hale geldi.
Rakamlara bakarsak, onlar sanki başka bir şey söylüyor. Acaba öyle mi?!
Gazetelerin kitap ekleri 2009 yılında 427 romanın yayımlanmış olduğunu tespit edip, duyurdu. Bunlardan 238’i de ilk romanmış. Yıl sonu değerlendirmelerinde bu istatistik bayağı öne çıkarıldı. Peki elde ne var? Ben söyleyeyim: Medyanın desteğine mazhar olmuş, bunu bir şekilde başarmış birkaç yazar dışında hiçbir şey.
Edebiyat ortamımızın açık örgütlenmesi bütün verimi, tabii kendi bildiği gibi alıp bir yerlere taşıyor. Ve maalesef yıl sonu değerlendirmeleri de -çoğu diyelim- bu hareketlilik üzerinden konuşuyor.
Bunun bir adı var, bu durumun yani, “köpük edebiyat” deniyor. İşte 2009 yılı Türkiye’de “köpük edebiyat” yılı oldu bana kalırsa. Hatta iş o noktalara vardı ki içinde Tanpınar olmayan bir “Tanpınar Festival’i” yapıldı. Hiç kimse de yahu bu ne iştir demedi.
Açık örgütleniş yazarlar için bir fırsatlar alanıdır. Medya bakımından da haber imkanıdır. Fırsatlar ve haber birbirlerini besleyerek giderler, köpük kabardıkça kabarır. Bu döngüyü kırmamız zor. En çok şundan zor, yayıncılığımız kültür sermayesini piyasa canlılığında yapmaya çalışıyor. Doğrusu kendisi için, bu şartlarda başka bir imkan da yok.
2009 yılına bir de böyle bakalım.
Yeni yorum gönder