Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

50 gramın hatırına



Toplam oy: 738
Cemil Kavukçu
Can Yayınları
O Vakıt Son Mimoza gürültünün içinde kendisini duyurmak için bağırmayan, tatlı cılız bir ses.

Yalnızlık, dünyanın bin tane hali içinde üzerine sayısız kere yazılmış, ayak değmemiş bir karış toprağı kalmamış bir konu olsa da benim için cazibesini asla yitirmiyor. İnsanın dünyanın en kalabalık şehirlerinden birinde dahi mustarip olabildiği bu çok karmaşık duygu, bir okur için olduğu kadar bir yazar için de sonsuz “keyifli” bir alan. Yalnızlığı kaleminden okumayı sevdiğim yazarlar listesi uzun; özellikle Türkçe edebiyatın en nadide konularından biri olan “yalnızlık,” pek çok yazarın romanlarında ve öykülerinde resmen şaha kalkar dilimizde. Cemil Kavukçu bunlardan biri. Bugüne kadar çeşitli konuların çevresinde dolanmış olsa da, bana öyle geliyor ki yalnızlık onun yazmayı en sevdiği ve belki de salt bu sevgiden lezzetli bir şekilde yazdığı duygulardan. Kavukçu’nun anlattığı yalnızlık, özellikle de taşra yalnızlığı çok sahicidir. O, fiziksel yalnızlığın ötesinde, insanın kemiklerini sızlatan içsel ıssızlığı iyi tanıyan ve onu en samimi haliyle anlatabilen yazarlardan biri ne de olsa. Son bir kitabı yayımlandı Kavukçu’nun: O Vakıt Son Mimoza. Birbirini takip eden, birbirinin içine geçen, birbirini ziyaret eden öykülerden oluşan bu kitapta, hüzün, başrolü kimseye kaptırmasa da, her satır arasından başını uzatan dev bir yalnızlık duygusu son sayfaya kadar varlığını koruyor. Öykülerdeki pek çok unsur Cemil Kavukçu öykülerini bilenlere kendisini evindeymiş gibi hissettiriyor.

 

 

Kavukçu’nun dünyasında daha evvel ziyaret ettiğimiz Mimoza meyhanesiyle açılıyor kitap. Okurun zihninde neredeyse ete kemiğe bürünen bu meyhanede, birkaç yalnız adam denk geliyor birbirine; az konuşarak, hatta neredeyse hiç konuşmayarak her gece aynı çatı altında sessizce demlenerek, yaşayan bir şeyin parçası oluyorlar birlikte. Bu planlanmış bir buluşma değil, bir denk geliş daha çok, hayatın aynı yöne doğru süpürdüğü birkaç yalnız insan. Her biri kendi âleminde yaşarken, ortak bir hikayenin parçası oluyorlar. Anason kokusunun ve ondan mütevellit insanın aklına kendiliğinden sızıveren efkar ve nostaljinin yoğun olarak hissedildiği bu zincirleme birkaç öykünün ucu ölüme dayanıyor dayanmasına da, hikaye oraya giderken dostluk gibi mühim bir yerden geçiyor.

 

Ardından hayatla maddi bağlarını yitirmiş, zaman mevhumunu kaybetmiş yaşlı bir anneyle bir oğulun karşılaşması geliyor kitapta, sonra rüyada geçmişten çıkıp gelen çocukluk kahramanları... Bir yerlerden tanıdık ama aslında nerede olduğu ve nasıl gidildiği bilinmeyen bir ada ve “yanlışlıkla” binilmiş ve sadece hayali karakterlerin bindiği rotası belirsiz bir gemi... Kavukçu kitabı hayatın birkaç anının fotoğrafını çeken kısa öykülerle kapatıyor.

 

Öykülerinde karakterlerini hem iç dünyası kocaman insanlar hem de gündelik işlerin peşinde koşan önemsiz insanlar olarak işleyen ve bu ikisini birbirinin içine yediren Kavukçu, bu kitabında da aynını yapıyor. Kavukçu’nun öykülerindeki imgeler bana hep hayatın yırtıcı curcunası içinde yitirdiğimiz şeyleri hatırlatır. Mahalle meyhanelerinin, dar sokakların, kalender insanların ve sessizliğin gittikçe silikleşen duygusu... O Vakıt Son Mimoza da gürültünün içinde kendisini duyurmak için bağırmayan, tatlı cılız bir ses.

 

 


 

 

* Görsel: Kitaptan

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.