Dizi aleminde işin buralara gelmesini bekliyorduk. 'Gerçek' insanların, olası hayat hikayelerine dair tüm güzellemeleri, dramatizasyonları ve trajedi versiyonlarını izledik. Hatta o kadar çok izledik ki, dizi yazarlarının zihinlerimizi okuma kabiliyetlerinin ötesine geçti biz izleyicilerin onların yapabileceklerinin sınırlarını anlama kapasitemiz... Sıkıldık mı? Eh haliyle... Ama izlemeye devam ediyoruz, çünkü televizyonlarda başka bir şey yok....
Derken Acayip Hikayeler, aslında kendisinden beklenenin hayli altında bir iddiayla karşımıza çıkıverdi. Dizi başlar başlamaz yapılan röportajlardan anladık ki Acayip Hikayeler'in kendi hikayesi de acayipmiş. Çizer taifesinin üstad-ı muazzamlarından Oğuz Aral, görünüşte içine sinmemesine rağmen kitlelerin taleplerini gözardı edemeyeceğini anladığı için eyvallah demiş öğrencilerinden Galip Tekin'in yerli gotik hikayeler anlatma denemesine. Sonra bu hikayeler çizerin kaleminden, okurun zihnine karanlık bir geçit kuruvermişler.
Galip Tekin, Acayip Hikayeler'in 1980 darbesini takip eden sansür atmosferinde başladığını söylüyor. İşte hikayenin en acayip olmayan kısmı bu. Henüz çocuk olmama rağmen hatırlıyorum ki, bahsi geçen, insanların içlerindeki acayiplikleri her zamankinden daha hızla keşfettikleri dönemlerden biriydi. Siyasi benliklerimiz kuytu köşelere çekilirken, serbestleşen piyasa mekanizmasının belerttiği başka iştahlarımız çıkıvermişti meydane... Modaya uyuyor ve bir tüketim toplumuna evriliyorduk. Yalnızca nesneleri değil, değerleri, düşünceleri, kavramları, görüntüleri, fikirleri, ilişkileri, etiği ve ahlakı, insan dendiğinde akla gelebilecek her şeyi büyük bir hızla tüketmeye yeni yeni başlamıştık. Artık bütün bunlar acayip değil, sıradan bir tüketim toplumuna çoktan dönüştük. Ve tüketim toplumunun asıl tükettiği şeyin bizatihi kendisi olduğunun bütünüyle farkındayız. Ama bu hikayelerin Galip Tekin'in aklına düştüğü günlerde her şey hakikaten acayipti...
İşte Acayip Hikayeler'in avantajı ve dezavantajı bu ortaya çıkış öyküsünün içinde dipdibe duruyor... Öncelikle Tekin'in yazıp çizdiği 400 kadar öyküden bugüne kadar dizileşen ilk dördü, Acayip Hikayeler'in kendi öyküsünün senaristler ve yapımcılar tarafından iyice düşünülmediği izlenimi veriyor. Çünkü mevcut dizi izleyicisinin içinde yaşadığı koşullarla hiç konuşmuyor bu öyküler. Muhtemelen 1980'lerde izliyor olsaydık zihnimizde şimşek çaktırabilecek temalar kendini tüketmekte bu kadar ileriye gitmiş bir toplumda beklenen şaşkınlığı yaratmaktan uzak.
İkincisi, öyküleri özüne ve sözüne fazlaca dokunmadan diziye aktarma arzusu, diyalogların ikna edicilikten uzaklaşmasına sebep olmuş gibi görünüyor. Çokça duyulan bip sesleri diyalog yazarlarının küfrün günlük hayattaki kullanım sıklığı konusunda anlamlı bir fikre sahip oldukları izlenimi yaratsa da, geriye kalan hemen hiçbir cümle kitabi dilin tuzaklarından koruyamıyor kendini... Tıpkı Behzat Ç.'de olduğu gibi Acayip Hikayeler'de de özellikle kıssanın hissesinin verildiği cümlelerde dizinin bütünlüğü, kendi mesajına kurban ediliveriyor. İlk bölümden aklıma takılan şu cümle mesela: "Faili meçhul cinayetler işleyenler mağarada mı yaşıyorlar?" İnsan bu kadar açıksözlülük ancak bir sloganda mümkün diye düşünmeden edemiyor. Aynı bölümün sonundaki gizli kamera hikayesi de kitabi olmakla birlikte, hayli eski ve klişe... Televizyonun gerçek hayattan kötü olduğunu zaten biliyoruz... Oysa, 'kötü' adamın, zaten intihar etmek isteyen kadını öldürdükten sonra elini kolunu sallayarak oradan uzaklaşmasını izlemek bugünün izleyicisi açısından çok daha ikna edici olurdu sanki... Çünkü Acayip Hikayeler'in dünkü okurunun aksine, bugünün televizyon izleyicisi suçluların cezalandırılmamasına, öylece yürüyüp gitmesine ve ölenin öldüğüyle kalması durumuna çok daha aşina...
İkinci bölümdeki baba-kız ilişkisi de aynı minvalde sorunlar içeriyor. Daha önceki bir zamanda dehşetengiz olabilecek bu öykü, bugünün dünyasında düpedüz ahlakçı bir tavra tercümanlık eder gibi görünüyor. Elbette hala baskıcı baba-'zavallı' kız ikilemi devam ediyor, ama formlar ve görüntüler öylesine hızla değişmiş durumda ki, öykünün bu bölümünü nostaljik bir sempatiyle izlememek elde değil. Oysa Acayip Hikayeler'in izleyicisinden beklentisinin bu olmadığı aşikar...
Üçüncü ve dördüncü bölümlerde de benzer bir durum söz konusu. Reklamcıların sevgilileriyle öğlen rakısı buluşması için Nevizade'ye, üstelik de taksiyle gitmeyecekleri ortada. Dördüncü öyküde ise Vudu büyüsü yerine NLP'yi (Neurolinguistic programming: zamanımızın en gözde kişisel gelişim araçlarından biri) kullanarak yapılabilecek güncellemenin nasıl acayip sonuçlar verebileceğini düşünmeden edemiyorum.
Hayko Cepkin için yazılan monologlar da ne yazık ki onun ortaya koyduğu görsel imajın altını doldurabilir yetkinlikte değil. Galiba bazı eksisozluk.com yazarlarının bu projeyle, STV'nin uzun zaman yayınladığı Sır Kapısı arasında bir benzerlik olduğunu iddia etmelerinin sebebi de bu. Aslında kıssadan hisse tipi anlatım insanoğlu kadar eski ve elbette böylesi bir benzerlik var. Acayip Hikayeler, elindeki malzemeyi biraz daha kıymet bilerek kullandığı anda bu klişenin içerdiği açmazdan sıyrılmış olacak.
Yanlış anlaşılmasın. Acayip Hikayeler'in ekranlarda en çok ihtiyaç duyulan türde bir yenilik vaad ettiğini görmemek mümkün değil. Gönül bu vaadin altının doldurulmasını istiyor. Ve elbette her şeyden önce Star TV'yi tebrik etmek gerekiyor. 90 dakikanın altında dizilerin hiçbir kanalda kabul görmediği bir zamanda, üstelik Türk izleyicisinin yerli 'fantazi'lere ne kadar mesafeli olduğunu bile bile böylesi bir projeye destek vermek sektöre öncülük etme arzusunun ifadesi olsa gerek. Öte yandan Tekin'in söyleşilerinden de anlaşıldığı üzere proje tam olarak detaylandırılmış ve düşünülmüş gibi görünmüyor. İzleyici sabreder, yapımcılar da motivasyonlarını kaybetmezlerse birinci sezonun sonunda Acayip Hikayeler'in kendisinden beklenen acayiplik derecesine ulaşabileceğini düşünmemek için hiçbir neden yok.
Yeni yorum gönder