Yaz başlarken insanlara mutlaka edebiyatla ilgili önerilerde bulunulur; sanılır ki herkes sıcağın ve tatilin etkisiyle sanatın hakimiyeti altına girer. Oysa yazın ruh daha da hafiflerken beden değerini yitirir, algının fiyatı artar. Acının yakasına yapışılmalıdır böyle durumlarda. Neden mi;
Acı omurgadır: İnsanı ayakta tutan anlamında değil bu; varlığın bütün sisteminin çekirdeğidir acı. Eğer mutluysa, gülebiliyorsa, kendini huzurlu hissedebiliyorsa çok yakınındaki ona ait bir acının sonucudur bu. Hızlanabilmek, yol almak gibi uzaklaşma temelli her şey omurganın kudreti ile ilgili. Acı gürültülü bir olgu. Çalışan, devinen bir şeyin gürültüsü olur. Yaşayan bir şey gürültü çıkartır. Canı yanmayan ölüdür. Kısaca acı, hayatta olduğumuzun kanıtıdır. İyidir. Acısıyla acı verebilen ise sosyal faaliyet içersindedir.
Her cinsiyet acıyı başka yaşar. Kadınsılar delişmenken, erkeksiler sessiz bir saldırganlığı örgütler. Ama aslolan acının kendi cinsiyeti fikrimce; travesti bir yan var onda. Başkalaşma zorunluluğunun kimi zaman ve yerde kabul görmemesi ile ilgili bir travestilik. Ötekileşmeye itilmesi. Acı kendini gösteremezse insana cehennemi, yani dinginliği yaşatır. İnsanı uyumlu ve dengeli olmakla cezalandırır.
Acı damak zevkine benziyor; dünya üzerinde coğrafi olarak farklılığı o yüzden. Çünkü kökeni, kökü olan bir kavram. Benzerliğini, birlikteliğini ortak tarihten, ortak suçluluk kompleksinden alıyor. Derdi olanın çektiğine kahır, iç sıkıntısı olanın çektiğine eza, özgürlüğü kısıtlanan / ortadan kaldırılanın çektiğine ise acı denir. Sanatta acı olmaz; yaratım esnasında acı çekildiği sadece rivayet ve safsatadır. Oradaki sancıdır. Sancı acıdan bambaşkadır. Örneğin çürük acır; acıması için de birinin o çürüğe dokunması şarttır. Acı için bir diğeri koşuldur yani. Sancı öyle mi? Bireysel, lokal bir şey sancı. Özerk. ‘Yaratırken acı çekiyorum’ diyen sanatçı yalancıdır. Acı çeken tanrılarla süslü bir mitoloji hiçbirimizin işine yaramadığı gibi merakımızı da celbetmeyecektir.
Acının diyalektiğine inip bakmak gerek farkındalıkla temasında; iç dengeyi vücut / vücuda gelmek ile olay / meydana gelmek oluşturuyor. Ana rahmine dönmek bile acı sonrası sığınma, çıktığı yere, hiç olmamış olmaya kaçmak sayılmaz mı? Acı yüzleşmek için büyük fırsattır; aşk acısı çeken acıyı ortadan kaldırmak için intihar mı ediyor, sevdiğini mi öldürüyor? İstatistiklere bakarsak fikrimce cinayetler açık ara öndedir. Çünkü intiharın korkaklık ve günah, cinayetin cesaret ve hak olarak öğretildiği bir gezegende yaşıyoruz. Evet, güzelleşme çabası içinde estetiğin acı verdiği gerçeğini onaylamıyorum; belki dövmeyi bunun dışında tutabiliriz. Dövmede bir işareti, biçimi, bir görüntüyü beğenip dışına, çapına, çemberine yerleştirmenin, parolayı ifşanın, bir itirafın bedelini yaşamak gizli. Bunun acısı şahanedir. Sır saklamak korkutur, sırrı açıklamak acı verse de bağımsızlığa, rahatlamaya, özgürlüğe yöneliktir. Dünyada sadistler lanetlenirken mazoşistlerin mazlumluğu aşikar.
Bana acıdan söz etme diyenlere yine de yaz başlangıcında birkaç kitap adı önerme ihtiyacı duyuyorum: Cinsel yönelimi etkisiyle kadınlara pek de hoş gözle bakmayan, ama 18. yüzyılda Osmanlı içinde cesaretle kaleme alınışıyla incelenmesi gereken Enderunlu Fazıl’ın Zenânnâme’si, uzun zamandır dergi editörlüğüyle, araştırmacılığıyla, oyunuyla bildiğimiz Cenk Gündoğdu’nun ilk şiir kitabı Issız’ı, İskoç Edebiyatı’nın ressam yazarlarından Alasdair Gray’in Frankenstein’dan yola çıkarak yeniden yazdığı, türettiği Zavallılar’ı başucunuza, çalışma masanıza yakışır diye düşünüyorum.
Mayıs bizi bağışlasın ama haziran öyküye, temmuz romana, ağustos ise şiire aşık hala.
Yeni yorum gönder