Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Acı ve yaz ve edebiyat



Toplam oy: 1135
Enderunlu Fazıl
Alt Üst Yayınları
Acı omurgadır: İnsanı ayakta tutan anlamında değil bu; varlığın bütün sisteminin çekirdeğidir acı. Eğer mutluysa, gülebiliyorsa, kendini huzurlu hissedebiliyorsa çok yakınındaki ona ait bir acının sonucudur bu.

Yaz başlarken insanlara mutlaka edebiyatla ilgili önerilerde bulunulur; sanılır ki herkes sıcağın ve tatilin etkisiyle sanatın hakimiyeti altına girer. Oysa yazın ruh daha da hafiflerken beden değerini yitirir, algının fiyatı artar. Acının yakasına yapışılmalıdır böyle durumlarda. Neden mi;

Acı omurgadır: İnsanı ayakta tutan anlamında değil bu; varlığın bütün sisteminin çekirdeğidir acı. Eğer mutluysa, gülebiliyorsa, kendini huzurlu hissedebiliyorsa çok yakınındaki ona ait bir acının sonucudur bu. Hızlanabilmek, yol almak gibi uzaklaşma temelli her şey omurganın kudreti ile ilgili. Acı gürültülü bir olgu. Çalışan, devinen bir şeyin gürültüsü olur. Yaşayan bir şey gürültü çıkartır. Canı yanmayan ölüdür. Kısaca acı, hayatta olduğumuzun kanıtıdır. İyidir. Acısıyla acı verebilen ise sosyal faaliyet içersindedir.

 

Her cinsiyet acıyı başka yaşar. Kadınsılar delişmenken, erkeksiler sessiz bir saldırganlığı örgütler. Ama aslolan acının kendi cinsiyeti fikrimce; travesti bir yan var onda. Başkalaşma zorunluluğunun kimi zaman ve yerde kabul görmemesi ile ilgili bir travestilik. Ötekileşmeye itilmesi. Acı kendini gösteremezse insana cehennemi, yani dinginliği yaşatır. İnsanı uyumlu ve dengeli olmakla cezalandırır.

 

 

 

 

Acı damak zevkine benziyor; dünya üzerinde coğrafi olarak farklılığı o yüzden. Çünkü kökeni, kökü olan bir kavram. Benzerliğini, birlikteliğini ortak tarihten, ortak suçluluk kompleksinden alıyor. Derdi olanın çektiğine kahır, iç sıkıntısı olanın çektiğine eza, özgürlüğü kısıtlanan / ortadan kaldırılanın çektiğine ise acı denir. Sanatta acı olmaz; yaratım esnasında acı çekildiği sadece rivayet ve safsatadır. Oradaki sancıdır. Sancı acıdan bambaşkadır. Örneğin çürük acır; acıması için de birinin o çürüğe dokunması şarttır. Acı için bir diğeri koşuldur yani. Sancı öyle mi? Bireysel, lokal bir şey sancı. Özerk. ‘Yaratırken acı çekiyorum’ diyen sanatçı yalancıdır. Acı çeken tanrılarla süslü bir mitoloji hiçbirimizin işine yaramadığı gibi merakımızı da celbetmeyecektir. 

Acının diyalektiğine inip bakmak gerek farkındalıkla temasında; iç dengeyi vücut / vücuda gelmek ile olay / meydana gelmek oluşturuyor. Ana rahmine dönmek bile acı sonrası sığınma, çıktığı yere, hiç olmamış olmaya kaçmak sayılmaz mı? Acı yüzleşmek için büyük fırsattır; aşk acısı çeken acıyı ortadan kaldırmak için intihar mı ediyor, sevdiğini mi öldürüyor? İstatistiklere bakarsak fikrimce cinayetler açık ara öndedir. Çünkü intiharın korkaklık ve günah, cinayetin cesaret ve hak olarak öğretildiği bir gezegende yaşıyoruz. Evet, güzelleşme çabası içinde estetiğin acı verdiği gerçeğini onaylamıyorum; belki dövmeyi bunun dışında tutabiliriz. Dövmede bir işareti, biçimi, bir görüntüyü beğenip dışına, çapına, çemberine yerleştirmenin, parolayı ifşanın, bir itirafın bedelini yaşamak gizli. Bunun acısı şahanedir. Sır saklamak korkutur, sırrı açıklamak acı verse de bağımsızlığa, rahatlamaya, özgürlüğe yöneliktir. Dünyada sadistler lanetlenirken mazoşistlerin mazlumluğu aşikar. 

 

Bana acıdan söz etme diyenlere yine de yaz başlangıcında birkaç kitap adı önerme ihtiyacı duyuyorum: Cinsel yönelimi etkisiyle kadınlara pek de hoş gözle bakmayan, ama 18. yüzyılda Osmanlı içinde cesaretle kaleme alınışıyla incelenmesi gereken Enderunlu Fazıl’ın Zenânnâme’si, uzun zamandır dergi editörlüğüyle, araştırmacılığıyla, oyunuyla bildiğimiz Cenk Gündoğdu’nun ilk şiir kitabı Issızı, İskoç Edebiyatı’nın ressam yazarlarından Alasdair Gray’in Frankenstein’dan yola çıkarak yeniden yazdığı, türettiği Zavallılar’ı başucunuza, çalışma masanıza yakışır diye düşünüyorum.

Mayıs bizi bağışlasın ama haziran öyküye, temmuz romana, ağustos ise şiire aşık hala.



  
 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.