Yerin üstünde, güneşin her sabah inatla doğduğu ve ortalığı ışığa boğarak gecenin hayaletlerini gün boyunca saklandıkları yerlere kovaladığı topraklarda, yüzeyde yani, hayat diye ikna olduğumuz bir gerçeklik var. “Normal” kabul edilmiş, insani ve bir o kadar dünyevi faaliyetlerimizi yürüttüğümüz bu realite, kendimizi ömrümüz yettiğince oyaladığımız geçici, gündelik bir şey. Gün ortasında, etrafta onlarca şey olup biterken, kendimi kenara çektiğimde benim hissettiğim bu ya da. Ama biliyorum, ve biliyoruz, görmesek de hissediyoruz, o yüzeydeki görece sakin ve kendi halindeki hikayenin altında fokurdayan, zamanın doğrusallığına nanik yapan başka bir şeyler var. Güneşin görünmez kıldığı ve gecenin yer yer açık ettiği bir yer burası. Rüyalar vasıtasıyla ya da okuduğumuz vakit bizi kolumuzdan tutup daha derine çağıran bir kitabın ısrarcı davetleriyle ziyaret ettiğimiz bir yer. Gün boyunca saklanan gölgelerin kapı arkalarından, yatak altlarından, dolap içlerinden çıkıp hayatın içine sızdığı, bize insan, yani dünyevi olan yanımızı unutturup aklımızın karanlık koridorlarında seyahate çıkardığı bir öte âlem. En çok yalnızlıkla beslenen ve insanın insana yaptığı zalimlikler, hainlikler, kalleşliklerle semiren bir hal. Bu hayatın kara deliği. Bu öte âlemden insanı olduğumuz “gerçek” dünyaya doğru yazabilen, oradaki hikayeleri kağıda döküp okurun kulağına gecenin masallarını fısıldayan yazarlar var. Geç keşfettiğim ama bulur bulmaz “ah, bizden biri daha” dediğim Murat Başekim onlardan biri.
Denizin mavi ışıklarının uzakta yanıp söndüğü, tatlı bir Akdeniz anında içine gömülüp iki arada bir derede bir okurluk deneyimi yaşamama vesile oldu Hayal Et Hikâyeleri. “Karanlık, cayırtılı, cin böğürten ve güldüren” hikayeleriyle beni zahir olanın ötesine çekti. Perdeyi aralayıp arkasındaki karanlığa baktırdı. Bir süre baktıktan sonra gözleriniz alışıyor ama karanlığa. Ve oraya ait “şeyler” görünür olmaya başlıyor. Ağaçların arasından başını uzatan kara siluetler, sonsuz çölde harap olmuş kentler, sökülen ciğerler, zehirli bir gaz bulutu gibi üzerimize inen ölüm, cam kenarında biriken ölü sinekler, ruhun boş mağaraları, okyanusların loş ve sessiz tabanında bekleyen ve bir gün karaya çıkmaya karar veren milyonlarca çift kıskaç ve hipoteze göre kendini bu dünyanın asıl sahibi “sanan” insanlar… Kitaptaki bir öyküden arakladığım şu kısım kitabın kalabalığını –bence– itinayla damıtıyor: “Adını unutmadığımız tek şey mutsuzluk. Mutsuzluğumuza, ‘yaşamkederi’mize bir külçe gibi tutunarak aşağıya batmaya başlıyoruz. Alışveriş merkezleri, biralar, maçlar, konserler, filmler, kitaplar, bedenler çok yukarıda kalıyor. Sözcükler ile onların gösterdiği nesneler arasındaki ince kordon hızla eriyip çürüyor. Üzgün olmayanların, Hayat’ın sesleri ve gerçekliğin sözcükleri gittikçe seyrelip uzaklaşıyor. Doppler Etkisi. Üzgünüm. Üzgün olduğum için aşağıya, o mutlak gerçekliğin çirkin krallığına inebiliyorum. Spekülatif uzay. Farazi Coğrafya. Var ile Yok arası bir Yer. Ruhaltı. Hayataltı.”
Tarihi olanla çağdaş olan arasındaki köprüler
Birbirinden uğursuz 13 öykü. Arada kafamı kaldırıp zahiri dünyanın tatlılığına kapılıyorum, sırtımı yasladığım iğde ağacının en üst dalındaki serçeye bakıyorum, ayağımı kuma gömüp derindeki serin yeri buluyorum, dalgalar beyaz köpüklerini bırakıyor karayla denizin çizgisine. Kitaba gözlerimi çeviriyorum peşine, yeni bir öykünün basamaklarından inmeye başlıyorum, aşağı, zifiri bir yere doğru, bir süre sonra gözlerim karanlığa alışıyor, ışıklı yaz günü uzak bir hayal olarak kalıyor, Başekim’in dumanlı karakterleri aklımı çeliyor, başka şeyler görünür oluyor sonra. Hayaletli BBG evleri, ruhunu satmaya çalışan huzurevi çalışanları, ameliyatla burcunu aldıranlar, ifritler ve devler, böğrümüze basan pazartesiler, cadılar, cadı avcıları, ölümün merkezine seyahat edenler, akrep yuvaları, cinler… Bu deli kitabın bir “tatil kitabı” olarak çantama sızmış olmasına, “seni kandırmalarına izin verme” deyişine bıyık altından gülümsüyorum.
Beri yandan kitabın diline dair bir şeyler de söylemem gerekirse, Başekim’in bilindik kalıpları yıkan, kuralları çiğneyen, masalcı dilinin büyüsüne kapılmamak elde değil. Bu yer yer şakacı ve eğlenceli dil, Şark’ın hikayeci mirasını taşıyan “gotik” öykülere okuru fazlasıyla ikna eden bir zemin oluşturuyor. Başekim’in icat ettiği kelimeler ve kavramlar, tarihi olanla çağdaş olanın arasında kurduğu köprüler şaşırtıcı. Daha ilk cümleden onunla bir ateşin başına oturuyoruz sanki ve ormanın karanlığında sadece alevlerin ışığıyla aydınlanan öyküleri okumuyor da, bizzat ondan dinliyoruz. İçimiz ürperiyor bazen. Bazen de gülmeden edemiyoruz.
* Görsel: Selçuk Ören
Yeni yorum gönder