Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Afrika'nin çığlığı



Toplam oy: 1172
Tayeb Salih
Ayrıntı Yayınları

Afrika ve Arap edebiyatının en en önemli yazarlarından Tayeb Salih, 1929 yılında Sudan’da doğdu. Hartum Üniveristesinde eğitim gördü. Bir süre ülkesinde öğretmenlik yaptıktan sonra İngiltere’ye yerleşen Salah, uzun bir süre BBC’nin Arapça bölüümünü yönetti, ardından Unesco’da çalıştı. Çok iyi İngilizce bilmesine rağmen romanlarını kendi dilinde kaleme alması direniş kültürünü benimsemesindendir. Sadece dili ile değil seçtiği konularla da direnişi sürdüren Tayeb Salih’in Afrikalı veya Afrikalı Arap olarak toplumsal, dini ve politik kimliğini sergilediği  romanları -“Al-Rajul al Qubrosi” (“The Cypriot Man”, 1978), “Urs al Zayn” (“The Wedding of Zein”, 1969), “Mawsim al-Hijra ila al-Shamal” (“Season of Migration to the North”, 1969), ve “Daumat Wad Hamid” (“The Doum Tree of Wad Hamid”, 1985)- Batı’da ses getirmiş, pek çok dile çevrilmişti. Kısa hikayeleri de modern Arap edebiyatının en iyileri arasında sayılan Salih’in  “Urs al Zayn” (“Zeyn’in Düğünü”) romanından uyarlanan  Arapça film 1976 yılında Cannes Film Festivali'nde ödüllendirildi.  

 

 

1966 yılında Beyrut’ta yayımlanan “Kuzeye Göç Mevsimi” 2001 yılında Arap Edebiyatı Akademisi tarafından 20.yüzyılın en önemli romanı olarak ilan edilmişti. 

 

 

Göç Mevsimi

 

 

Batı literatürüne olduğu kadar klasik Arap yazınına, İslam ve Tasavvuf literatürüne de hakim bir yazarın Doğu-Batı sorununa  bakışını yansıtan “Kuzeye Göç Mevsimi”, yoksul bir Sudan köyündeki basit yaşamı, köy halkı arasındaki karmaşık ilişkileri, geleneklerin boğucu baskısını ve bütün bunlarla çevrili bireyin özgürlük arayışını anlatıyor; Yedi yıl Avrupa’da eğitim görüp Sudan’a, Nil kıyısındaki köyüne dönen anlatıcının, köyde tanıştığı Mustafa Said’in, Said’in karısı Hasna’nın ve Sudan’ın hikayesini...

 

Köye dönüşünden kısa bir süre sonra olağanüstü inceliği ve yakışıklılığı ile dikkatini çeken Mustafa Said ile tanışır anlatıcı. Köyde diğerleri gibi basit bir hayat sürdüren Said’in göründüğünden çok daha farklı bir kimliği olduğunu çok geçmeden öğrenecektir. Ancak onun hakkındaki bilgilerin tümüne ulaştığında Said çoktan ölmüştür. Başkent Hartum’da çalışmaya başlayan anlatıcı köyüne  döndüğünde Said’in bıraktığı intihar mektubunu okur. Karısıyla çocuklarını kendisine emanet ettiğini yazan Said, anlatıcıya yeni bir ufuk açmıştır. Çünkü Said, Batı kültürü ile yetiştirilmiş, Londra’da çevresi kadınlar tarafından sarılmış, önemli mevkilerde bulunmuş ve Sudan siyasi tarihinde yeri olan bir adamdır. Onun neden inzivaya çekilip sıradan bir Sudan köylüsü gibi yaşadığını çözmeye başlar anlatıcı ve hikaye bir kimlik tartışmasına açılır.

 

 

Doğrusal görünen zaman akışının kırıldığı andır bu; sömürgecilik döneminde yetişmiş ve geleneğin dünyasını temsil eden Mustafa Said’in hayatı ile yeniliğin dünyasının temsili -bağımsız Sudan’da büyüyen- anlatıcının hayatları birbirini keser, birbirine karışır. Geçmiş yaşanıp tüketilmiş midir, yoksa yeni olanda geçmişin o en kötü kültürel izleri hala egemenliklerini sürdürmekte midirler? Mustafa’nın hayatındaki sırları farkeden anlatıcıdaki değişim aydınlarla halk arasındaki kültürel bir uçurum ifadesidir, ama Said’in her şeyi bırakıp köyle bütünleşme çabası bir çözüm müdür? 

 

 

Benzer bir yolu kendisinden önceki dönemde geçen Said’in intiharı anlatıcının hayatını da etkiler. Ancak köyün hayatı basit ve gerçekçidir. Doğumu, çocukluğu, evliliği, yoksulluğu, yaşlılığı ve ölümü doğal bir akış içerisinde yaşar halk. Şimdi çok beğendiği Hasna’nın töreler gereği yeniden evlendirilmesinin önüne geçmek arzusundadır. Ancak bu kez de kültürel bir çatışmada buluruz kendimizi. Anlatıcı Sudan’ın yüzlerce yıllık gelenekleri ile mücadele etmekte güçsüz ve pasif kalacak, Hasna’yı trajik kaderinden kurtaramayacaktır. 

 

 

İlk bakışta klasik roman kalıplarında yazılmış ve hikaye anlatımını öne çıkaran bir görünümü var “Kuzeye Göç Mevsimi”nin. Oysa, klasik romanın ben anlatımı ile yazılan hikayesinde, bu biçimi yalnızca geçmişin sömürgeci metinlerinden “Karanlığın Yüreği”ni taklit etmek ve onun ifade ettiği anlayışla hesaplaşmak için kullanıyor Tayeb Salih; Joseph Conrad’ın “Karanlığın Yüreği” romanında beyaz adamın Afrika’nın derinliklerine bir ırmak üzerinden yaptığı yolculuğu tersine çeviriyor. Edward Said’e göre “Kuzeye Göç Mevsimi”, üçüncü dünya edebiyatının direniş kültürünü yansıtır. İlk olarak dil artık İngilizce değil Arapça’dır, ikincisi yolculuk Sudan’dan Londra’ya doğrudur ve son olarak anlatıcı metropolden değil Sudan’ın bir köyünden konuşmaktadır. 

 

 

Direniş aracı olarak roman

 

Sudan’da misyonerler elinde Batı kültürü ile yetiştirilen ve Afrika’nın Kuzeyine, Avrupa’ya göç eden Mustafa Said, sanki Conrad’ın roman kahramanı Kuntz’un negatifidir. Kuntz’un Afrika’da geçirdiği değişim ve ruhuna işleyen şiddet, İngiltere’de Said’e geçmiştir artık. Sömürgeci mirasın düşünsel ve kültürel izlerini taşıyan İngiliz toplumunda yaşarken öfkesini kadınlara yöneltir gençadam, ardından da -yine Kuntz gibi - kendisine. Üstelik onun anılarını okuyan, o şiddete ve ölüme tanık olan anlatıcı da farklı bakmaktadır artık hayata. 

 

Bu kısa romanın görünürdeki hikayesinden çok daha derin göndermeleri ve yan anlamları var. Jameson’un ifadesiyle, bireysel kahramanın kaderinin üçüncü dünya kültür ve toplumunda mücadele veren kamunun allegorik temsiline dönüştüğü bir anlatı. Hikayedeki kişilerin toplumsal sınıf ve katmanları simgelediği ve aydının giriştiği mücadelenin, mücadelenin verildiği mekanla sınırlı olmayıp bütün bir ülkeyi ifade ettiği “Kuzeye Göç Mevsimi” Sudan’ın özel tarihidir. 

 

Edward Said “Kültürel Emperyalizm” adlı incelemesinde Tayeb Salih’ın kurgusunun son derece bilinçli bir şekilde Joseph Conrad’ın “Karanlığı Yüreği” romanını izlediğini ve tersine çevirdiğini söyler. Kuzeyden güneye ve güneyden kuzeye olan müdahale ve geçişler, Conrad’ın çizdiği sömürgeci gidiş-geliş yörüngesini genişletip kabarıklaştırır. Salih sömürgeci edebiyatın kendine mal ettiği kurgusal toprakları gerçek sahipleri adına geri istemekle kalmaz, Conrad’ın görkemli düzyazısında boğulup kalmış farklılıkları ve bunların imgesel sonuçlarını da dile getirir. Çünkü “Üçüncü Dünyanın sömürgecilik sonrası yazarları, geçmişlerini yanlarında taşımaktadırlar; aşağılayıcı yaraların izleri olarak, çeşitli pratiklerin kışkırtıcısı olarak, geçmişe ilişkin, sömürgecilik sonrası bir geleceğe yönelerek gizil bir biçimde gözden geçirilen anlayışlar olarak, eski sessiz yerlinin genel bir direniş hareketi içinde sömürgecilerden geri istediği topraklar üzerinde konuştuğu ve yapıp ettiği, ivedilikle yeniden yorumlanıp yeni bir düzene sokulan deneyimler olarak”...

 

Simgelerle yüklenmiş bu sert ve eleştirel romanda hayatın anlamına ulaşamıyor anlatıcı. İntihar eden Mustafa Said ise eski ve yeni arasındaki bir sentezin başarısızlığını simgeliyor. Tayeb Salih, erkek kahramanların kültürel kimlikler çevresinde verdiği mücadelede başka bir meselenin ihmal edildiğini vurgularken, yüzeysel bir batılılaşma serüveninin sınırlarını çizmiş; Sudan’da erkek egemen toplumun ve geleneklerin gücü karşısında Mustafa Said de, anlatıcı da aciz kalıyorlar. Bir başka kültüre geçişin acılarını aynı duygularla paylaşıyorlar belki, ama onların hissettikleri acı yalnızca kurgulanmış bir bilinçte yaşanır, farklı kuşaklardan gelen bu iki erkek benzer bir kimlik kavgası sürdürürlerken yanı başlarındaki Hasna’ya kaderini sessizce kucaklamak düşüyor. 

 

Tayeb Salih roman kişilerinin iç dünyalarını farklı düzeylerde ve yoğunlukta psikanalitik tahlillerle yansıtırken gerçeklik ve hayal, Batı ve egzotik şark arasındaki kültürel fark, kardeşliğin uyum ve çatışması, bireyin sorumluluğu gibi temaları öne çıkarmış. Bu motifler ve onların bağlamını yazarın İslâmi kültürel geçmişi ile pre-kolonyal ve post-kolonyal modern Afrika deneyimine dayanıyor. Ve sonuçta Tayeb Salih bireyin uyumlu bir varoluşunun ancak insani değerler etrafında kurulu bir toplumda mümkün olabileceğini vurguluyor.   

 

Kuzeye Göç Mevsimi sömürgecilik deneyiminden geçmiş bir üçüncü dünya ülkesindeki kültürel değişimi ve kimlik meselesini bireylerde yarattığı yurtsuzluk duygusuyla birlikte ele alan yakıcı bir roman. 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.