“İstanbullu” olmak, belli bir şehirde hayatını sürdürmenin ya da bir şehrin sakini olmanın çok ötesinde, bundan çok daha dallı budaklı, çok daha karmaşık şeyler düşündürtüyor bana. Bu açıklaması tuhaf hali kendi hayatımdan anlamaya çalışsam da –insan her şeyi anlamaya kendinden başlayan bir mahluk ne yazık ki– “İstanbulluluk” halinin kolektif bir hal olduğunun, hatta bu halin “şimdi”yi aşan, insanlık tarihi içinde hiçbir hale benzemeyen, ele avuca sığmayan bir gerçekliğe karşılık gelen bir şey olduğunun bilincindeyim. Bütün bunları düşünürken “aitlik” meselesi yanıp sönüyor kafamın içinde. Bizi “buralı” yaptığını varsaydığımız “aitlik” duygusunun ne kadarının gerçek olduğuna, ne kadarının bizim kendimizi ikna ettiğimiz bir şey olduğunu merak ediyorum peşine. Biz kimiz? Bu şehir, üzerinde yaşadığımız gezegenin hangi gerçekliğine denk düşürüyor bizi? Bizi kim yapıyor? Ne kadarı hakiki olageldiğimiz kişilerin? Peki bir “biz” var mı bu çok renkli yumağın içinde? Yoksa şayet, o zaman “ben” kim? Az evvel bitirip, rafa koymadan önce bir iki dakika elimde tuttuğum ve çok yakında baştan okuyacağıma emin olduğum Gölgeler ve Hayaller Şehrinde’nin sorduğu soru da bundan başkası değil. Gölgeler ve hayaller şehri İstanbul’da kendini arayan bir adamın hikayesini anlatan kitap, sanırım biraz da hepimizin hikayesi.
Murat Gülsoy, her romanından sonra bir kez daha ikna olduğum üzere, insan ruhunun çetrefilli âleminde dolaşan ve bulduğu kıymetli hazineleri hikayeleştirmeyi başaran bir seyyah benim için. Her romanda biraz daha kendi derinine –ve aslında insan olmanın derinine– daldığından emin olduğum, ölüm başta olmak üzere pek çok zor konuyu itinayla kurcalayan, bunu yaparken duygusallığı elden bırakmazken, yolunu aklın ışığıyla bulan bir yazar. Yazdığı her romanın, daha kapağını açmadan bile beni yeni bir yola çıkaracağından eminim. Gölgeler ve Hayaller Şehrinde, bu düşüncelerimin sağlamasını yaptı bir kez daha. Bir okur olarak beni göklere çıkardı, yarattığı âleme hiç tereddütsüz dalmam için elinden geleni ardına koymadı.
Zaman kapsülünden farksız
Yeni romanına dair dikkatimi ilk çeken, Gülsoy’un bir yazar olarak galiba ilk kez yeni ve farklı bir yola girmiş olması. Lakin, deneysel bir metin kaleme almış demek değil bu. Bilakis, ne yaptığının bilincinde Gülsoy. Keskin yazar gözleriyle (ve keskin “akademisyen” gözleriyle de) ince görüp sonra bir araya getirip itinayla ördüğü detaylarla dolu bu romanda, ilk kez tarihi bir olay çevresinde kurguluyor hikayesini. 1908’de Paris’ten İstanbul’a gelen bir gemide başlayan hikayenin arka planında, Meşrutiyet’in ilanından sonra İstanbul’da yaşanan siyasi ve toplumsal olaylar var. Ama asıl hikaye, “hasta adam” Osmanlı’nın başkenti İstanbul’a olan biteni gözlemlemesi için bir Fransız gazetesi tarafından gönderilen Türk asıllı Fransız Fuat Chausson’un hikayesi. Paris’i ve oradaki hayatını geride bırakarak çıktığı bu yolculukta en başında itibaren “aidiyet”, “benlik”, “köksüzlük”, “ölüm”, “delililik” ve elbette “aşk” kavramlarıyla mücadele eden Fuat, Fransa’da bir sanatoryumda yatan kadim dostu Alex’e düzenli olarak mektup yazıyor. Ki roman da bu mektuplardan oluşuyor. Doğu ile Batı arasında, bir anlamda “modern” ile “pre-modern” arasında sıkışmış Meşrutiyet sonrası İstanbul’da kendi geçmişinin izlerini süren ve her anlamda arada kalmışlığı tecrübe eden Fuat, küçük bir çocukken annesi ve kız kardeşiyle birlikte aniden terk etmek zorunda kaldığı ve 21 yaşında geri döndüğü bu “tuhaf” şehirde, dışında son sürat değişip dönüşen hayata paralel, kendi içinde de hem geriye hem de derine doğru zorlu bir yolculuk yapıyor. Hikayenin bir noktasında o güne dek hakkında pek bir şey bilmediği ve bu konudaki duygularını çok da tetkik etmediği “baba” kavramı ile karşılaşıyor ve bu “yeni bilgi” onun hikayesindeki en önemli kırılmalardan birine sebep oluyor. Kendini tanıma ve tanımlama sürecinde oğlu olduğunu öğrendiği kişi, her şeyi baştan düşünmesine neden oluyor. “Baba” gerçekliği bu yolda ona bir yandan kılavuzluk ederken, yer yer yönünü kaybetmesine de neden oluyor.
Fuat’ın Alex’e yazdığı mektuplar bazen kendinden haberler vermekten çok iç döküşlere dönüşüyor ve Fuat’ın duygusal dünyasını ziyadesiyle açık ediyor. Hatta gemide yazdığı ilk mektupta Fuat, Alex’e, “Saklamak istediklerimi rahatça konuşabilmek için hatta sana anlatabilmek için Akdeniz’in ortasına kadar uzaklaşmam gerekti,” diye yazıyor. Fuat bazen de birine mektup yazdığını dahi unutarak, 21 yaşında “yersiz yurtsuz” bir genç adam olarak çocukluğunun geçtiği İstanbul’a, geride bıraktığı Paris’e, âşık olduğu kadınlara, çocukluğunun karanlık anılarına, annesine, babasına dair buhranlarını aktarıyor ve daha çok kendi kendine konuşmalar şeklinde tezahür eden bu yazışmalarda sık sık hayatı sorguluyor.
Bir sürü şey söyledim ama bu romana dair güçlü bir hissim var ki, o da şu: Gölgeler ve Hayaller Şehrinde hem Batı ile Doğu arasında sallanıp duran bir ülkenin tarihsel gerçekliğini hem de o gerçekliğin gölgesindeki, küçük hayatında çırpınıp duran bireyi anlamak açısından doğru soruları soran ve sorduran, bugün içinden geçtiğimiz günleri anlamak açısından da kıymetli noktalara işaret eden bir roman. Gülsoy’un o yılların İstanbul’unu şaşırtıcı derecede detaylı olarak betimlediği bölümler ve kahramanların ağzından aktardığı şehir efsaneleri, okur için zaman kapsülünden farksız. Sırf bu yüzden, 2000’lerde İstanbul’da yazılmış mühim bir eser olarak kalacak yarına. Bir Saatleri Ayarlama Enstitüsü, bir Tutunamayanlar ya da bir Cevdet Bey ve Oğulları bugüne nasıl kaldıysa…
* Görsel: Mert Tugen
Kitabı nihayet okudum beklentim yüksekti ama sonuç hayal kırıklığı oldu detay için bloguma bakabilirsiniz. http://gulakca.blogspot.com.tr/
yorumun üzerindeki kitap tanıtımı yanlışlıkla konulmuş sanırım değil mi??
Yeni yorum gönder