Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Akıllı Olmak Ya Da Olmamak: Bütün Mesele Bu Mu?



Toplam oy: 168
Akıllılığın, kabul etmeyi ya da üzerinde mutabakata varmayı isteyeceğimiz kadar kolay bir şey olmadığını kabul ederek sözüne başlıyor Adam Phillips. Kitabın hemen birinci bölümündeyse, Shakespeare’in ölümsüz eseri Hamlet çıkıveriyor karşımıza. Çünkü 17’nci yüzyılda, belki de ilk kez, Hamlet oyununda karşılaşıyoruz “deli” tanımıyla ve iki yüzden fazla kez geçen “deli” kelimesinin, “akıl karıştırıcı” anlamında kullanıldığını söylüyor bu eserde Phillips.

Gerek akademik, gerek edebi, gerek felsefi, hatta irfanî kaynaklara baktığımızda, delilik üzerine sayfalarca, kitaplarca, ciltlerce yazıldığını rahatlıkla görebiliriz. Şairler de bolca bahseder delilikten, Doğu kültüründen Batı kültürüne hemen hemen tüm düşünürler, filozoflar, velîler de. “Âşıklar delidir” anlamına gelen Latince “Amantes amentes” deyişini duymuşsunuzdur mutlaka, aşkı ve aşığı yüceltir bu söz; yine aşkın ne kadar teraziye vurulmaz bir yüce kavram olduğunu betimleyen Hz. Mevlânâ’nın, “Aşkın şerhinde akıl, çamura saplanmış eşek gibi yattı kaldı; aşkı, âşıklığı yine aşk şerh etti.” sözünü de bilirsiniz ezbere. Delilik, her anlamda kazanır. Akıl, her zaman pek de işe yarar bir şey olarak görülmez. Öyle ki, kendini “akıllı” addedenlere karşı bile, “Usludan yeğdir delimiz!” diyerek akıllığının göreceliliği üzerine bir tartışma başlatmayız mı hemen?

 

Önce anne babamızdan, sonra çevremizdeki büyüklerden, öğretmenimizden, hocamızdan, toplumdan sürekli şu ikazı duyarız hâlbuki yaşamımız boyunca: Akıllı ol! Ne kadar akıllı olduğumuzu ispat etmek için, ne olduğunu tam olarak bilemesek de şu “akıllı” olmanın, koşturur dururuz ömür boyu. Peki, bu ne çıldırtan dengedir böyle? Velîler, şairler, filozoflar, şarkılar, filmler, romanlar bu kadar övgüyle bahsederken delilikten, neye tekabül ettiğini bile tam olarak kavrayamadığımız akıllığının peşine düşmemiz niye o zaman?

 

İngiliz psikoterapist ve denemeci AdamPhillips de bu ve benzeri soruların peşine düşerek, son üç yüz yılda “deliliğin zıttı” gibi muğlak bir tanımlamanın ötesine geçemeyen akıllılık üzerine, yalnızca psikoloji ve psikiyatrinin değil, edebiyat başta olmak üzere birçok disiplinin (tarih, felsefe, antropoloji vb.) zaviyesinden de bu konuya bakmayı ihmal etmeyen bir eser kaleme almış.

Deliliğin vazgeçilmez cazibesi
Akıllılığın, kabul etmeyi ya da üzerinde mutabakata varmayı isteyeceğimiz kadar kolay bir şey olmadığını kabul ederek sözüne başlıyor Adam Phillips. Kitabın hemen birinci bölümündeyse, Shakespeare’in ölümsüz eseri Hamlet çıkıveriyor karşımıza. Çünkü 17’nci yüzyılda, belki de ilk kez, Hamlet oyununda karşılaşıyoruz “deli” tanımıyla ve iki yüzden fazla kez geçen “deli” kelimesinin, “akıl karıştırıcı” anlamında kullanıldığını söylüyor bu eserde Phillips. Hamlet’in deliliğinin insanları şüphelendirdiğinin, onları bunun hakkında konuşmaya ittiğinin, meraklarını alevlendirdiğinin altını çiziyor. Hemen sonrasında da şöyle devam ediyor:
“Soyut bir kelime olsa da delilik bizim gözümüzde canlandırabileceğimiz bir soyutluktur, nasıl icra ettiğini göz önüne getirebiliriz. Akıllılık karşımıza pek de aynı şekilde çıkmaz: draması yoktur. Edebiyattaki ‹iyi karakterler› gibi iyi kişinin de hatırlanabilir dizeleri yoktur. Bize pek de gerçek gibi gelmezler. Onları tahayyül ettiğimiz kadarıyla özelliksiz, tatsız tuzsuzdurlar, dikkate değmezler.”
Hak ettiğimiz ilgi ve alakayı görmeyi bekleyen biz “akıllılar” için oldukça ilginç, modern dünyanın icat edilmiş kavramlarından biri olan “akıl” ve belki de dünya yaratıldığından beri var olan “delilik” tanımları üzerine epey düşündürücü analizleri barındıran Akıl Sağlığı Üzerine eserine mutlaka bir göz atmalı. Görelim akıllı olmak mıymış asıl hastalığımız, yoksa deli kalamamak mı?

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.