Balkanlar, başka bir deyişle Doğu Avrupa (ya da Bulgar yazar Miroslav Penkov’un kitabının adından esinle söylersek “Batının Doğusu”) tarih kitaplarında ve haritada kapladığı yer bir yana edebiyatçıların hikayelerine de sıklıkla giriyor. Üstelik sadece o coğrafyanın yazarları ve sanatçıları değil, çok uzaklardan gelenler de bu topraklardan ilham alıyor. Beri yandan, daha önce yine bu dergide dosya konusu olarak ele alınan Balkan edebiyatının bizim topraklarda yeterince ilgi görmediğini, tanınmadığını, “ıskalandığı”nı söylemek de mümkün. (SabitFikir, sayı 57, Kasım 2015) Söz konusu dosya yazısında, kendi dilinde yazmayan Balkan yazarlardan biri olarak Penkov’dan da bahsedilmişti. O zaman için öyküleri henüz Türkçede yayımlanmamış bir yazarken, yakın bir zaman önce Yüz Kitap tarafından basılan Batının Doğusu kitabıyla “ıskalananlar” listesinden çıkmış oldu! Penkov’un öykülerini okudukça bunun kutlamaya değer bir kazanım olduğuna kanaat getirmemek mümkün değil. Yazar, öykülerden birindeki anlatıcının tarif ettiği gibi, nehir gibi hafızasız akıp gitmek ile toprak gibi kök salıp kalmak arasındaki ince çizginin üzerinde yürütüyor okuru.
Penkov çocuk olmak, genç olmak, yaşlı olmak gibi evrensel durumlar için şahane nokta atışları yapıyor öykülerinde; o toprakların çoğu anlatısına yerleşen ve yakışan “humour” duygusu, en hazin olaylar yaşanırken dahi geri planda da olsa var. Burada hepsini ayrı ayrı anmak zor olsa da “Makedonya” öyküsünde yaşlılığa, “Batının Doğusu”nda ve “Mektup”ta çocukluğa şairane bir lezzet katan Penkov’un, “Lenin’i Satın Almak” öyküsündeyse çocukluğu/ergenliği/gençliği temsil eden torun ile eskiyi, geleneği, muhafazakarlığı –yani aslında “Batının Doğusu”nu– temsil eden dede arasındaki çatışmayı okurken iki farklı kuşağı izliyoruz. Sekter dede ile yetişkinliğe adım atmaya çalışırken eğitimi için Amerika’ya giden “kaypak” (ya da dedenin deyişiyle “kapitalist”) torunu arasında çocukluktan başlayan çatışma tüm o mizahi ve hüzünlü öğeleriyle okur için hoş bir seyirlik oluyor. Aslında ikisi de içlerinde kopan fırtınalarla mücadele ediyorlar: Bu dünyadan göçüp gitme vakti daha yakın olan dede de, dünyaya sağlam bir adım atarak yerleşmesi beklenen torun da aynı özlemi, sıkıntıyı, yersizyurtsuzluğu çekiyor; Amerika’daki bir eyalette ya da Bulgaristan’daki köylerinde olmaları fark etmiyor, nihayetinde ikisi de “Batının Doğusu” ruh halini her yere taşıyorlar.
Torunun eğitim için Amerika’ya gitmesiyle başlayan telefon görüşmeleri hep didişmeyle, hamasetle bitiyor. Dede ona ödediği bedelleri anlatırken torunu “bırak artık bunları” tınısıyla kendi havasından çalıp söylüyor. Torun Amerika’yı, Amerikalı arkadaşlarını ne kadar övse de, kendini evinde hissettiğini söylese de dede bunu yutmuyor: “Saçmalık,” diyor. “Oradan nefret ediyorsun.” Torun bu sözlerle tokat yemiş gibi sarsılıyor fakat yine de saldırıya geçiyor ve “İdealler ölmez,” diyen dedesine, “Ama insanlar ölür. Sonsuza dek yaşayacağını falan mı sanıyorsun?” diye karşılık veriyor. “Vazgeç artık,” diyor bir Lenin koleksiyonuna sahip olan dedesine, “Koleksiyonunu da kitaplarını da yak gitsin. Hepsinin vakti geçti.” Kılıçların açıkça kuşanıldığı bu diyalogdan sonra ilk teslim bayrağını torun çekiyor: “O gece uyumadım. Sonrasındaki iki hafta boyunca da düzgün uykuya dalmadım. (…) Dedemi arayıp bilmesi gerekenleri söyledim. Amerika’da ne kadar mutsuz olduğumu, buraya ona inat olsun diye değil, farklı bir şey denemek için geldiğimi… ‘Hesaplaşma vakti, ihtiyar. Hadi alay etme sırası sende,’ dedim.” Dedeyse o beyaz uzlaşma/hesaplaşma/dertleşme bayrağını, karşı tarafın zaaflarıyla birlikte görüp, evet belki alaycı (ya da komik) ama aslında saldırgan olmayan sözlerine başlıyor. Torun saçma sapan bulduğu bu sözleri ve eski hikayeleri gözleri kapanarak dinlerken, suskunluk anında dedesinin anlattıklarında odaklanıyor ve “berbat bir his kaplıyor içini, feci bir korku.” Dedesine kendisini, bahçedeki üzümlerin altını beklemesini söyleyecekken gülmeye başlıyor ve sonunda “bir” oluyorlar: “Kahkahalarım dedemi de ele geçirene, seslerimiz telefonda birbirine karışıp tek bir ses gibi yankılanmaya başlayana kadar güldüm.”
Kahkahalar öykülerdeki diğer pek çok duygu gibi satırlardan taşıp okuyana varıyor; acılardan geçmiş olsak da, geçmişi yitirmiş olsak da bazı şeylerden vazgeçmemek, bahçedeki asmanın altında buluşabilmek temennisiyle birlikte okuru da ele geçiriyor.
Görsel: Onur Atay
Yeni yorum gönder