Yaşamın içinde yuvarlanıp giderken değişimi, bitişi, yitişi algılamamızı engelleyen bir duyarsızlık imdadımıza yetişiyor çoğu zaman. Kabul etmek zor çünkü. Artık her şey farklı, demek. İlk yaz lafını artık kimselerin kullanmadığını, sonraları bahardan da geçtiğimizi, sevdiğimiz insanların, sokakların, ev içlerinin birer birer eksildiğini idrak etmek. Hele de kendimizi büyümüş, meraklarımızı küçülmüş, ruhumuzu “eski ve bitkin” bulmak çok zor. Peki nedir bizi bu kadar yorgun yapan hayatta? Hiçbir şey yapamıyor oluşumuz mu? Gençlik hayallerimizin uçan balonlar gibi elimizden kaymasına izin verişimiz mi? Yaşamaya aslında baştan mecalimizin olmayışı mı? Kim, ne, ne zaman böyle yorgun yaptı bizi böyle?
Müge İplikçi'nin 70'lerde, 80'lerde çocuk/genç olmak, 90'larda, 2000'lerde büyüme tecrübesini anlatan hikayeleri çok güçlü, çok gerçek. Belki bir parça aynı kuşaktan olmanın da etkisiyle, onlarca ufak ama ince ayrıntı insanı içine çekip hikayenin parçası yapıyor. Külkedisi misali özenilen, süslenilen ev partileri, iki kadehle bir çuval incire dönüşen umutlar, en iyi arkadaşına âşık olduğunu bir türlü kabul edemeyen mağrur ergenler, daha “içi dolu turşucuk sinemalar” yapılmazdan evvel koltuklarını kolayına dolduramayan geniş, derin, çifte balkonlu, localı heyula salonlar, üniversiteye gitmekten turistik bir gezi gibi havai bir keyif alan, “hayatı önemsemezmiş gibi yapan” delişmen kızlar, tren yollarında –aslında şehrin her bir köşesinde– çiçek görme, toplama ihtimali, esrikliğin coşkusuyla başkalarının hayatlarını, seçimlerini görmezden gelebilecek kadar genç olmak, 80'lerin kırık, cıvık, yamalı siyasallıkları, o pek çok sevilen, talibi ve hak edeni olsa da yeri hiç doldurulamayan, kocaman gülen, güldüren, hep beklenmedik bir yerde yeniden karşınıza çıkıp sımsıkı sarılacağını hayal ettiğiniz, güzel rüyalarınızın güzel kahramanı,
canınızın içi arkadaşınızı kaybetmişlik... Ben Tezcanlı Hayalet Avcıları'nı anlatılan benim hikayemmiş gibi okudum.
“Geçmişimiz hayal oldu, yarına hayal kalmadı”
Pişman oluyoruz, kendi özlediğimiz hayatı değil de başkalarının bizden beklediği hayatı yaşadığımız için... (Görsel çalışma: Claire Cowie)
Daha kendisi büyüyemeden çocuk sahibi olan ebeveynlerin ve rüşdünü ispatlamadan yetişkin gibi davranmaları beklenen çocukların trajik hikayeleri biraz bunlar. Yalnız ve tembel olmanın, hiçbir şeye ve hiç kimseye gebe olmamanın, gelecek zamanın önemli olmadığı uçarılığın, büyümemişliğin mutluluğunu bir anda yitirip, “boynunu büküp hiçbir şey beklememek gelecekten.” (s. 86) Gerçekten de böyle oldu galiba, 12 Eylül'ün daha iyi bir gelecek umutlarını öldürmek ve geçmişi unutturmak üzerine kurulu siyasi ikliminde kendi hakiki duygularımızı görmezden gelerek, bastırarak, örseleyerek büyüdük. Hiç kimseye güvenmeyen, kariyer yapan, rekabetçi ve yalnız, seyahatten seyahate çıkan, az zırvalayan, az çuvallayan, kahkahası kısık, yaş tahtaya basmayan, kıt hayalli, tam teşekküllü büyükler olduk bir gecede.
Belki sadece ölüm ufukta görüldüğü vakit ertelediğimiz şeyleri yapmak geliyor aklımıza, hep kaçtığımız arzularımızla yüzleşmek, kendimizi içine hapsettiğimiz kimliklerimizden sıyrılmak. Yaşarken kendimizi özgürleştiremediğimizi, hayatımızı, umutlarımızı, sevgilerimizi hor, Müge İplikçi'nin yaratıcı tabiriyle “bonkör” kullandığımızı ancak o zaman anlıyoruz. O zaman pişman oluyoruz, kendi özlediğimiz hayatı değil de başkalarının bizden beklediği hayatı yaşadığımız için. Durmadan geriye dönüp hayıflanmanın mutat teranelerimizden olması biraz da hayatın her alanında esen nostalji fırtınasından kaynaklanıyor. Zira, 80'lerin kültürel üretimi sadece tarihin içini boşaltmakla kalmadı, toplumsal hafızayı da stilize bir kurguya dönüştürdü. Geçmişimiz hayal oldu, yarına hayal kalmadı.
Zaten Müge İplikçi, kitabın en başında hayaller ve hayaletler diyor, yaşamayan ama yaşamın içinde olanlardan söz ediyor. Kitaptaki hikayelerin her birini elle tutamadığımız ama etrafımızı sardığını hissettiğimiz bir perde, bir gizem, bir hayalet çevreliyor. İçine girdiğimiz tam olarak ne kestiremiyoruz – bir kara delik, bir toz bulutu gibi yutuyor bizi. Kah hayali yakanızı bırakmayan bir kadınla hayalet bir ilişki, kah Haydarpaşa Garı'nın çatısından el sallayan kayıp bir ruh, kah bilmediğiniz dilde bir film, kah Berlin'in üstündeki melekler değiştiriyor hikayenin ve kişilerin kaderini. Gerçek diye inandığımız, anlattığımız, yazdığımız şeyler aslında ne kadar sıklıkla tahayyüllerimize dayanıyor. Zaten, İplikçi'nin dediği gibi, “Hangi dünyada ne kadar gerçeğiz?” (s. 7) Ama dayanaklarının hayal olması, gerçeklerimizi daha az gerçek yapmıyor. Bilakis, hayallerimiz yaratıyor dünyayı. Ve kendimizi. Ve sevdiklerimizi. Yeterince azimle kuranlar hayallerini, milli şarkıcı bile oluyorlar bu ülkede bir gün! En çok da fezaya çıkamayan astronotların mahpusa düştüğü günlerde...
Yeni yorum gönder