Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

"Altı gün"ün sonunda Mısır



Toplam oy: 723
Necip Mahfuz // Çev. Ayça Çınaroğlu
Kırmızı Kedi Yayınevi
Yağmurda Aşk, bir oturuşta bitirilebilecek uzunluğu ve görece akıcılığıyla Necib Mahfuz’la tanışmak için bir fırsat olabilir; bu ilk izlenimden sonra tanışıklığı ilerletmek kaydıyla...

“Üçüncü dünya edebiyatı” kavramıyla ifade edilmek istenenlerden birisi, Batı edebiyatının merkezinden uzakta yetişen edebiyatçıların eserlerindeki yenilik ve çeşitliliktir. Bu yenilik ve çeşitlik -Cortázar, Márquez ya da Borges’in kitaplarında olduğu gibi- genellikle hafıza, hakikat ya da zaman gibi temaların ele alınış biçimindeki yenilik ve çeşitliliğe atıf yapar. Bu yazarlar, Batı Avrupa’nın geliştirdiği roman tekniklerini kendi toplumlarına adapte etmekle kalmaz, bu tekniklerin üzerine koyup yeni anlatım olanaklarına erişirler. Böylece yalnızca kendi toplumlarının değil, bütün dünya edebiyat geleneğini de kendilerine mal etmiş olurlar. Yine bu yazarların, kendi toplumsal sorunlarını anlatmak gibi öncelik verdikleri bir dertleri de genellikle olmaz. 

 

Peki üçüncü dünyanın -dünya edebiyat geleneğinin merkezinde de kendisine yer edinen- büyük yazarlarının daha ziyade ürettikleri biçimsel zenginlikler sebebiyle sivrilmeleri, okurun sonraki “üçüncü dünya metinleri”ne dair beklentilerini ne ölçüde belirler? Acaba çokça açığa vurulmayan, üstü örtülü bir edebi önyargının varlığından söz edilebilir mi? Bu “kenar” ülkelerin yazarları onaylanmak, dünya edebiyatının bir parçası olmak için mutlaka biçimsel bir farklılık, yenilik mi ortaya koymalılar? Bu soruların belirgin cevapları yok belki ama üçüncü dünya edebiyatı denince akla biçimsel bir özgünlüğün, karmaşa ya da zenginliğin geldiğini reddetmek de pek mümkün değil.

 

Necib Mahfuz romancılığının önemiyse tam da burada, onun binlerce yıllık edebi önyargılar koleksiyonunun modern parçalarından kimini işlemez hale getirebilmesinde yatıyor. Doğu’yu, Kahire’nin sokak aralarını, insanlarını ve camilerini, Dickens’ın Londra’yı anlatışı kadar sarsıcı bir biçimde, geleceğe dair tutarlı bir güvensizlikle ve ağırbaşlı bir lirizmle yazıyor. Buna rağmen, memleketinin iniş çıkışlarla dolu siyasal ve toplumsal tarihinden kesitleri merkeze koyup hikayelerini onun etrafında kurması, romanlarının Mısır’ın edebi yönü ağır basan küçük birer ansiklopedi olarak değerlendirilmesinin de önünü açıyor. İster Batılı olsun isterse bizim gibi arada kalsın, bu “uzak” ülkenin tarihini bilmediği için zımni bir utanç taşıyan okurun Mahfuz’un romanlarını faydalı birer araç olarak okumaya meyletmesinde garipsenecek bir taraf da pek yok üstelik. Fakat bu yaygın okur tutumu, ancak elimizdekinin bir roman olduğunu unutmadığımız sürece anlaşılabilir.

 

Eski ve yeninin çatışması

 

Yağmurda Aşk, Mısır önderliğindeki Arap ülkeleri ve İsrail arasında gerçekleşen Altı Gün Savaşı’nı merkeze oturtuyor.

 

 

Öte taraftan, Mahfuz’un roman dünyasına egemen olan istisnai yaratıcılığın ve tarih ile kurmaca arasında kurduğu hassas düzenin, yazarın Türkçeye çevrilen son romanı Yağmurda Aşk’ta ustalıkla uygulandığını söylemek güç. Yağmurda Aşk, 1967’de, Mısır önderliğindeki Arap ülkeleri ile İsrail arasında gerçekleşen Altı Gün Savaşı’nı merkeze oturtuyor. Kahramanların yaşamlarında savaşın yol açtığı trajediler, korkular ve giderek yoğunlaşan insani zaaflar, eski ile yeni arasındaki yıllardan beri süregelen, 1953’te monarşinin ilga edilip cumhuriyetin kurulmasıyla ivme kazanan toplumsal dönüşümlerin ve kişisel düzlemdeki iç çatışmaların aşk ilişkilerine olduğu kadar aile içi ilişkilere etkileri romanda ele alınan başlıca konular. Homoseksüellik, vatanseverlik ve milliyetçilik gibi meseleler ise romanın yan izleğini belirliyor. 

 

Diyaloglarda sıklıkla yinelenen ama kahramanların içlerini bir türlü doldurmadıkları ahlaki değerlerin ve prensiplerin, roman ilerledikçe açığa çıkacağını düşünüyor okur; prensip ve değerlerin, biraz sonra, roman kahramanlarından biri olmayan anlatıcının dış sesiyle belirginleşeceği hissini taşıyor. Fakat dış ses olayları, diyalogları ve kahramanların fikirlerini olduğu gibi aktarmakla yetiniyor.

 

Yağmurda Aşk’ın olay örgüsünü “klişeler” oluşturuyor. Klişelerin hikayedeki yoğunluğu metnin sahiciliğinin sorgulanmasına yol açabilir. Romanda önemli bir yer tutan erkek karakterlerden birinin gözünü kaybetmesine, diğerinin yüzünün deforme olmasına rağmen onları bırakmayan kapsayıcı kadınların “duyarlılığı”; kız kardeşine hakaret eden zengin adamı bir tekmeyle öldürüveren, yurt dışında doktorluk yapmaya gidecekken hapse düşen talihsiz adamın kederi, pek de istemediği taşra memuriyetine başlamak üzere Kahire Tren Garı’ndan ayrılmak üzereyken ünlü bir yönetmen tarafından keşfedilip gözde bir aktör olan gencin zaferi metnin olay örgüsünü oluşturan hikayeciklerden. Bütün bunlar zaman zaman bize, yazarın diğer çoğu romanının aksine, incelikle örülmemiş bir metni okuduğumuzu düşündürebilir. 

 

Olay örgüsündeki aksaklıklar, çevirideki karşılıklarını tam olarak bulamadığından olsa gerek, yer yer okuması yorucu bir etki bırakan diyaloglar ve iç seslerle birleşince okurun hikayeye duyduğu ilgi de ister istemez azalıyor. Burada bir parantez açmak gerek. Ne başka bir yayınevinin yayımladığı Kahire Üçlemesi ne de Yağmurda Aşk dahil, Kırmızı Kedi Yayınları’ndan çıkan ondan fazla Necib Mahfuz kitabı Arapça aslından çevrilmedi. Türkçe edebiyat okurları Necib Mahfuz’u çevirinin çevirisinden, İngilizceden çevrilmiş haliyle okuyor. Buna rağmen Türkçe çevirilerin çoğunun vasatın üstünde, bazılarınınsa oldukça yetkin olduğu söylenebilir. (Kırmızı Kedi’den çıkan Necib Mahfuz kitaplarının hiçbirinde hangi dilden çevrildiği belirtilmiyor. İngilizceden çevrildiklerini kitapların başında yer alan, yayın haklarının İngilizce kitaplar bastığını bildiğimiz Kahire Amerika Üniversitesi’nden satın alındığına dair bir ibareden çıkarabiliyoruz ancak. Bundan sonraki baskılarda böylesi bir not faydalı olabilir.)

 

Yağmurda Aşk’ın Mahfuz’un en güçlü romanlarından biri olduğunu söylemek pek mümkün değil. Yine de roman, bir oturuşta bitirilebilecek uzunluğu ve görece akıcılığıyla Necib Mahfuz’la tanışmak için bir fırsat olabilir; bu ilk izlenimden sonra tanışıklığı ilerletmek kaydıyla...

 


 

* Görsel: Esra Kalay

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.