Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Altın çağını yitiren Tamaro



Toplam oy: 1314
Susanna Tamaro
Can Yayınları
Susanna Tamaro, kitaplarının isimleri ile kitabın tüm içeriğini özetleyebilen bir yazardır. Bu çerçevede kendisini geçtiğimiz yüzyılın en başarılı tek kişilik reklam ajansı olarak değerlendiririm.

Susanna Tamaro deyince nedense aklıma hemen Paulo Coelho gelir ve vice versa. Onları bir çift olarak düşünürüm, kuzeyde yaz olunca Susanna'nın Orvieto'daki çiftliğinde 'dört köpeği, on kedisi, on beş kırmızı balığı, pek çok papağanı, beş kaplumbağası' vesaire ile mutlu, huzur içinde  yaşadıklarını, mızrak ve ot attıklarını, badminton oynayıp, karate yaptıklarını hayal ederim. (Susanna'nın yaptığı sporlardan bir kısmı.) Kış gelince, güneyde Brezilya'dadırlar. İsa'ya minnetlerini sunmak, dua etmek için Rio'da yürüyerek Corcovado tepesine çıkarlar. Ancak bu hayalimin gerçekleşmesi mümkün değil. Paulo karısından izin alarak yaptığı Transsibirya kaçamaklarında genç Türk kızı Elif'le flört etmektedir. Susanna'nın aşk hayatı hayran kitlesi tarafından çok merak edilmekle birlikte yazarımız ser verip sır vermemektedir.

 

 

Böyle bir birliktelik olsaydı daha çok sıkılanın Paulo olacağından hiç şüphe etmem. Zira kendisi iyi bir masalcıdır, hikaye anlatmasını bilir. Susanna için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Birkaç içi boş kavramın etrafında ürettiği ve sürekli aynı sakızı çiğnediği metinleri ile küresel bir ün ve hatırı sayılır bir servet edindiğini düşünürüm.

 

 

Susanna'ya sevgili tanrısı öncelikle çok artistik bir isim bahşetmiş; o da zekası ile bu isme eşlik edecek harika bir reklam sloganı üretmiş: Yüreğinin Götürdüğü Yere Git! Bu çerçevede kendisini geçtiğimiz yüzyılın en başarılı tek kişilik reklam ajansı olarak değerlendiririm. Yüksek satış rakamlarına ulaşan kitaplarının ortaközelliği, isimleri ile tüm içeriğini özetleyebilmeleridir, Yüreğinin Götürdüğü Yere Git başlığını okuduktan sonra kitabı okumanıza gerek yoktur, zira kitapta zaten sadece bu anlatılmaktadır. Keza Sevgili Mathilda, İnsanın Yürümesini Dört Gözle Bekliyorum kitabı da Mathilda'ya yazılmış mektuplardır ve Tamaro bu kitabında insanın yürümesini dört gözle beklediğini anlatır. Bazılarınızın bu satırları okurken içinizden “Kıskanç!” diye haykırdığınızı duyar gibi oluyorum. Haklısınız, kıskanıyorum, isim konusunda ben de fena sayılmam, Hayati Roman, daha ne isteyeyim; ama henüz Tamaro'nunkiler gibi bir kitap başlığı bulamadığım için ünden ve paradan nasibimi alamıyorum. Olacak inşallah!

 

 

 

Kitap, İtalya'da kilisenin sorunları, kutsallığın kaybı, geleneklerin yok olması, her şeyin pek mükemmel olduğu o eski günlerin yerini korkunç günlerin alması temaları arasında dönüp duruyor.

 

 

 

 

Büyük ve örnek insan, ruhani önderimiz Tamaro hanımın son kitabı Var Olan Ada'yı okurken (kitap ismi konusunda irtifa kaybı!) aklıma SabitFikir'de tanıttığım bir başka kitap geldi: Michael Löwy ve Robert Sayre'nin ortak çalışması İsyan ve Melankoli, Moderniteye Karşı Romantizm. Yazarlarımız bu enfes çalışmada şöyle derler: “Romantizm, modernitenin, yani modern kapitalist uygarlığın, geçmişteki (prekapitalist, premodern) değer ve idealler adına eleştirisini temsil eder. Romantizmin başından beri ikili bir ışıkla, isyan yıldızının ve 'melankolinin kara güneşi'nin (Nerval) ışığıyla aydınlandığını söyleyebiliriz.”  Tamaro'yu da tutucu bir romantik olarak tanımlamakta beis görmüyorum. Hatta 'melankolinin kara güneşi' tanımlaması adeta onun için üretilmiş. Ancak Tamaro'da modern kapitalist uygarlığın tutarlı ve esaslı bir eleştirisini aramak beyhude bir çaba. Bir kapitalist sistemin varlığından haberdar olduğu ve şikayet ettiği hususların önemli bir kısmının bu olgu ile ilintili olduğun farkında bile olmadığını anlıyoruz.

 

 

İnsanın yazarlık kariyerinde SMİYDGB gibi bir kitap varken tutup aynı malzemeyi yeniden karıştırıp sunmasının ne anlamı var diye soruyoruz. SMİYDGB'nin ülkemizde hatırı sayılır satış rakamlarına ulaşmış olduğunu düşününce insanın aklına bir de şu soru geliyor: İtalya'da Famiglia Cristiana (Hıristiyan Ailesi) dergisi editörlerinin yoğun isteği ile yazılmış, önce o dergide yayınlanmış olan bu mektupların Türkiyeli okurdan gördüğü ilgi, okur kitlemizin katolikliğin güncel sorunları ile çok yakından ilgilendiğine mi işaret etmektedir, yoksa okuduklarını anlamadıklarına mı?

 

 

Bir tutarsızlık abidesi olarak düşünebileceğimiz Var Olan Ada benzer biçimde İtalya'da kilisenin sorunları, kutsallığın kaybı, geleneklerin yok olması, her şeyin pek mükemmel olduğu o eski günlerin yerini korkunç günlerin alması temaları arasında dönüp duruyor. Tamaro her türlü sorunumuzun çözümünü bilen örnek bir insan. Bize sürekli olarak kendi mükemmel yaşamından örnekler sunuyor. Bu müthiş kitapları ile edindiği servetin bir sonucu olan çiftlik evindeki doğal yaşamını bizler gerçekleştiremediğimiz için bizlere sitem ediyor. Oysa, tam tersine bu yaşam tarzını  ona sunmuş olan bizlere sürekli olarak teşekkür etmesini beklerdik.

 

 

 

 

Tamaro'yu da tutucu bir romantik olarak tanımlamakta beis görmüyorum.

 

 

Her tutucu, muhafazakar romantik gibi Tamaro için de bir yitip gitmiş bir Altın Çağ var. O Altın Çağ'da her şey başkaydı, aile aile gibiydi, insanlar kutsiyete inanır ve karıncayı bile incitmezdi (haçlı seferleri, engizisyon, hepsi Ergenekon'un uydurmaları), efendim doğa doğa gibiydi, vs. Oysa ya şimdi, ya şimdi, bizler şuursuz kitleler, suç tek tek her birimizde olmak şartı ile kutsallığı yitirmiş, insana, doğaya saygısını kaybetmiş zavallılarız. Tek kurtuluş çaremiz Tamaro'nun uzattığı yardım elini tutarak sevgi, hoşgörü, enerji, ışık ve benzeri sözcükleri durmadan tekrarlayarak hidayete ermek ve bu bataklıktan çıkmak!

 

 

Bir makaleler toplamı olan kitapta neredeyse her makale bir öncekini inkar eder nitelikte. Bu yeni orta çağın kıymetleri kendilerinden, orta çağın kölelerinin tevecühünden kaynaklı sahte peygamberlerin söylemleri o kadar tutarsız ki çökmesi için üç sayfa yazmaları yetiyor. Bir sayfada  modern yaşamın gelenekleri nasıl da öldürdüğünden, o geleneklerin yok olmasının insan ruhunu nasıl da fakirleştirdiğinden dem vuran sahte peygamberimiz, birkaç sayfa sonra Paskalya nedeni ile kesilen kuzular için ağıtlar yakar. Avrupa'da tarımda azalan nüfus, işgücü yokluğu, fiyat düşüklüğü nedeni ile toplanmadan ağaçta kalan meyveler için gözyaşları dökerken, mezbaha sisteminin acımasızlığından dem vurur. İnsan, oyunun kurallarını belirleyen kapitalist sistemin abece'sinden habersiz olursa, biteviye saçmalayabilir. Örgütlü hayvan üretimi ve bunun son istasyonu mezbaha sistemi kapitalist için hala karlı olduğundan yaşamaktadır, ağaçtaki şeftali ise kapitalist için artık bir değer ifade etmez, çürüyebilir. Ama elbette Tamaro'nun dünyasında bütün bunları açıklayacak sözcükler öyle 'izm'li sözcükler olamaz hatta Bebek İsa'ya yazdığı, kitabın son bölümü olan dilekçede, ondan insanlığı bütün 'izm'lerden kurtarması için yardım ister. İtalya'da eğitim sisteminde yapılmak istenen değişikliklere karşı protesto gösterisi yapan öğrencileri ise 'özgün ve eleştirel bir düşünce yapısı' geliştirememiş olmakla suçlar. Yani sokakta gösteri yapmak yerine kiliseye gidip mum yakmaları ya da kırlarda badminton oynamaları gerekirdi, diye anlıyoruz.

 

 

Tamaro kendi ifadesi ile lüks ve tasarım eşyalardan hoşlanmaz, dolayısıyla kitabı alarak yapacağınız katkıların bu tür gereksiz harcamalarla heba edilmeyeceğinden emin olabilirsiniz.



 

 

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.