Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Amerikan kabusu



Toplam oy: 1008
Daniel Woodrell // Çev. Ilgın Yıldız
Martı Yayınları
ABD'de nüfusun yarısından fazlası "fırsatlar ülkesi" hayallerinin yanına bile yaklaşamayan, yoksul, seçeneksiz, batağa saplanmış hayatlar yaşıyor. Gerçeğin Parçaları işte bu dipsiz çukuru anlatıyor.

Mayıs başında Green Card piyangosunun sonuçları açıklandı. Her yıl 15 milyon insan başvuruyormuş ve sadece 55 bin kişiye çıkıyormuş. Tanıdığım o kadar çok insan başvurmuştu ki ben de onların heyecan dalgasına kapıldım. Sonuçların açıklandığı siteye başvuru numaralarını girerlerken nefesimi tutup bekledim. Neticede bu sene bizimkilere vurmadı piyango. Amerikan rüyası sonraki bahara kaldı. 

 

ABD deyince insanların aklından çıkmayan bir “fırsatlar ülkesi” imgesi var. Önünüzden akan derede kilolarca altın bulabilir, bir anda sıfırdan zilyoner olabilirsiniz. Sokakta salaş kıyafetinizle yürürken keşfedilip Hollywood yıldızı mertebesine ulaşabilirsiniz. “Ezikoğlan” bir teknoloji delisiyken dünyanın en büyük şirketinin sahibi olabilirsiniz. Gözümüzün önünde hep New York sokakları, kısa şortlu kızların paten kaydığı Miami caddeleri, büyük şehirlerde gökdelenler, mutena semtlerde bahçeli malikaneler, efsane arabalar, lüks restoranlar, dürüst polisler, işleyen bir yargı, güzel insanlar, mutlu çocuklar, müreffeh hayatlar... Koskoca bir sinema/dizi sektörü bu rüyayı pompalayıp duruyor.

 

Yazdığı romanların “country noir” türünde olduğunu söyleyen Daniel Woodrell, daha çok büyük şehirlerin banliyölerinde odaklanarak anlatılan “white trash” hayatları, kuş uçmaz kervan geçmez dağlara taşıyor. 

 

 

 

Öte yandan ABD'de nüfusun yarısından fazlası bu hayallerin yanına bile yaklaşamayan, yoksul, seçeneksiz, batağa saplanmış hayatlar yaşıyor. Gerçeğin Parçaları işte bu dipsiz çukuru anlatıyor. Genç kadınlar on yedisinde hamile kalıp neredeyse tanımadıkları adamlarla evleniyor. Aynı yaşlardaki erkekler suçun bir şekline bulaşıp (şiddet, uyuşturucu, hırsızlık) hayatlarının geri kalanını hapishaneye girip çıkarak geçiriyor. Çocuklar kötü besleniyor, yeterince ilgi göremiyor, çok sık hastalanıyor. Ailelerde kuşaklar boyu kimse yüksek öğrenim görmüyor, kimsenin sosyal güvencesi yok, kimse sınıf atlamıyor, kimse zengin olmuyor. 

 

Yazdığı romanların kara taşra (country noir) türünde olduğunu söyleyen Daniel Woodrell, daha çok büyük şehirlerin banliyölerinde odaklanarak anlatılan white trash hayatları, kuş uçmaz kervan geçmez Ozark dağlarına (Missouri) taşıyor. Kaybedenler hikayesi kentten kırsala uzandıkça işin içine tahmin etmediğimiz katmanlar karışıyor. Bunlardan ilki, kabile katmanı. Gerçeğin Parçaları etraftaki birkaç kilometre karede herkesin birbiriyle akraba olduğu, herkesin aynı büyük büyük büyük babayı ata saydığı ve aynı yaratılış mitine inandığı bir kabile yapısının bugün hâlâ dimdik ayakta olduğunu gösteriyor. Totemist toplumlar gibi “kafalarının iyi olması”ndan, esrik danslardan ve özgür bir cinsel hayattan beslenen Dolly'ler, Amerikan ortalamasını tanımlayan dinsel ve kültürel kodlardan bu kadar kopuk bir ada hayatı yaşamalarıyla şaşırtıyor.

 

Dahası, devletin ancak kısmen ulaştığı bir toplum yapısı söz konusu. Her evin iki kapısında da her daim hazır duran tüfekler, masaların üstünde şekerlikle yan yana yatan, pantolonların belinde, cebinde şişlik yapan silahlar, atış talimi yapan veletler, bireylerin devletin güvenlik güçlerinden hiçbir beklentisi olmadığının kanıtı gibi. Aileler kararları alıyor, cezaları kesiyor, ölüleri gömüyor. Devlet, ancak her şey olup bittikten sonra belgelere “onaylandı” damgasını vuran yetkisi sınırlı bir noter sanki. Elbette parayla iş yapılıyor, kasabaya market alışverişine gidiliyor, çocukları okula götüren sarı otobüsler işliyor, evlerde yüksek reytingli programlar izleniyor. Yine de insanlar yüzyıllarca önce yaşadıkları hayatın ancak bir nebze daha teknolojik sürümünü yaşıyorlar. Devletle olan mesafeleri baki. Bu sosyolojik ayrıntılar romanı oldukça ilginç kılıyor.

 

Çamurun içinde

 

Gerçeğin Parçaları, 2010 yılında aynı adla sinemaya da uyarlanmıştı. Sözünü sakınmayan, cesur, güçlü, elinden her iş gelen, üstelik çok güzel bir kadın olarak tasvir edilen Ree karakterini Jennifer Lawrence canlandırmıştı.

 

 

 

Hikayenin merkezindeki on yedi yaşındaki Ree'nin, bu yapış yapış çamurun içinde debelenen insanlardan olmamak için orduya yazılma hayali kurmasıysa ironik. Hiç kimsenin şerifle dahi iki laf etmek istemediği bir toplumda yetişmiş bir kadının, kurtuluşu Amerikan ordusunda bulması hayatlarının çıkmazının özeti gibi. Babası kefaletle serbest kaldıktan sonra ortadan kaybolmuş, annesi akli dengesini kaybetmiş, iki küçük erkek kardeşine bakmakla yükümlü Ree, bir yandan açlık sınırında yaşayan ailesi için çabalamak, öte yandan kendini kurtarmak istiyor. Sözünü sakınmayan, cesur, güçlü, elinden her iş gelen, üstelik çok güzel bir kadın olarak tasvir edilen Ree, sadece pozitif özelliklerinin öne çıkarılmasıyla okuru da kolayca safına çekiyor. Kaçıp gitsin istiyor insan. 

 

Gerçeğin Parçaları ince bir çizgide ilerliyor. Her şeyin teoride mümkün olduğu, ama neticede sadece bir şeyin gerçekleştiği bir çizgi. Masumiyetle ilişkilendirdiğimiz anlar, “iyi” olduğunu düşündüğümüz kişiler, umut etmemizi sağlayan olaylar bir anda içlerinde barındırdıkları yıkıcı tarafı açık ediyor. Bembeyaz karlar altında huzurlu görünen tepelerin altını kazdıkça cerahat akıyor.

 

 


 

* Görsel: Tolga Tarhan

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.