Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Ana kucağı mı, baba ocağı mı?



Toplam oy: 1501
Ana Babanın Evlat Üzerindeki Hukuk ve Vezaifi, yüksek devlet siyasetinin çocuk bakımı ve eğitimi gibi gündelik bir pratikle nasıl da derinden bağlı olduğunu gösteriyor ve Tanzimat sonrasında yürütülen toplum mühendisliğine dair ipuçları veriyor.

Tanzimat sonrası Osmanlı’yı hikaye ve roman türleri ile tanıştıran Ahmet Mithat Efendi Osmanlı tarihinin ilk popüler yazarlarından biri olarak bilinir. Edebiyattan tarihe, ilahiyattan felsefeye birçok alanda eserler veren yazar ayrıca Osmanlı’da gazetecilik pratiğinin de öncülerindendir. Doğumunun 100'üncü Yılında Ahmet Mithat Efendi’nin çalışmalarının yeniden gündeme gelmesiyle birlikte Dergâh Yayınevi yazarın bütün eserlerini kendi çatısı altında toplamaya karar vermiş. Bu çerçevede hazırlanan kitaplardan biri olan Ana Babanın Evlat Üzerindeki Hukuk ve Vezaifi özellikle Osmanlı’nın Batılılaşma döneminde pedagoji tartışmalarına ilgi duyanlar için oldukça önemli bir kaynak.

 

Kitap, pedagoji meselesinin yanında Tanzimat ile birlikte gelen değişim ve dönüşümün aile kurumuna ve kadın (anne) -erkek (baba) rollerine etkileri ile ilgilenenler için de birçok veri barındırıyor. Yazar kitapta Osmanlı’nın reformlarla küllerinden yeniden doğmaya çalıştığı bir dönemde, imparatorluğu medeniyetler seviyesine taşıyacak özneler ortaya koyacak bir eğitim sisteminin koşullarını tartışıyor. Diğer çalışmalarında da sosyal faydacılık anlayışıyla hareket eden Ahmet Mithat Efendi bu kitapta akademik bir dille öğretici bir dili harmanlıyor ve anne babaları kritik rolleri hakkında bilgilendiriyor.

 

Yazarın cinsiyet rollerine bakış açısı dönemin erkek veya ataerkil bakış açısına dair ipucu veriyor. Ahmet Mithat Efendi’nin önerdiği pedagojik yaklaşımda esas karakter olarak baba ön plana çıkıyor. Yazar, babayı hem çocuğun dünyaya gelmesinin asıl nedeni olarak koyuyor hem de babanın zihinsel olarak anneden daha gelişmiş olduğunu savunuyor. Toplumların ayrıntılı bir  “babalık hukuk”larının olmasının önemli olduğunu söyleyen yazar “hayırsız baba”ların toplum tarafından dışlanmaktan şeriat tarafından cezalandırmaya kadar giden bir yaptırımlar dizisiyle karşı karşıya kalacağını ifade ediyor. Ahmet Mithat Efendi aileyi anlatırken sanki içinde duygusallığı da barındıran bir devlet kurumundan bahsediyor. Bu kurumda haklar ve sorumluluklar net bir şekilde tanımlanıyor ve bunların yerine getirilmemesinin  kamusal bazı sonuçları oluyor.

 

Eşitsizlikleri sorgulamıyor

 

Yazar, anne-babanın rollerini tartışırken sık sık hayvanlar alemi ile insanlar alemini karşılaştırıyor ve bu iki alem arasındaki farklardan yola çıkarak annelik ve babalığın içgüdüsel pratikler olduğu iddiasını reddediyor. Annelik ve babalığın öğrenilmesi ve kuralına göre icra edilmesi gereken mühim görevler olduğunu savunuyor. Buna göre, annelik ve babalık vazifeleri “vezaif-i maddiye” ve “vezaif-i maneviye” olmak üzere ikiye ayrılıyor; “vezaif-i maddiye” çocuğun cismine, “vezaif-i maneviye” ise çocuğun ruhuna ait hizmetler olarak tanımlanıyor. Yazar bu vazifelerin bilimsel gerçeklere ve bilimsel inceliklere dayandırılmalısının bedenen ve ruhen sağlıklı bireyler yetiştirmek için kritik olduğunu vurguluyor. 

 

Ahmet Mithat Efendi’nin annelikle kurduğu ilişki ise oldukça çetrefilli. Yazar bir yandan sık sık anneliğin babalıktan daha önemli bir vazife olduğunu söylüyor, diğer yandan da anneleri babaların ayarında görmüyor. Anne çalışmak ve para kazanmak zorunda olan babaya vekalet etmektedir, bunun için de annelerin vazifeleri konusunda bilgili olması elzemdir. Onları bilgili kılmak ise yine erkeklerin görevidir. Ahmet Mithat Efendi’ye göre ilerlemenin öncüleri  bütün dünyada erkeklerdir ve kadınlar ancak erkekleri takip edebilirler. Kadınlar erkeklerle aynı işi yapsalar, kamusal alana çıksalar bile eksiktirler bu yüzden de hiçbir zaman yönetici olmamışlardır. Ahmet Mithat Efendi’nin kadın erkek ilişkilerine dair oldukça Aristotelyan bir yaklaşım benimsediği söylenebilir. Kadınların konumları ile ilgili söylediği birçok şey doğrudur fakat yazar bu konumların dayandığı eşitsizlikleri sorgulamaz. Aristo gibi onun için de varolan normdur ve onun ötesini düşünmeye gerek yoktur.

 

Ahmet Mithat Efendi’ye göre anneler hiçbir zaman babalar kadar yeterli olamayacaklarından, babalar da hem çalışıp hem çocuklarıyla ilgilenemeyeceklerinden insanlık çareyi mektepleri yaratmakta bulmuştur. Mekteplerle birlikte çocuklar artık akrabalık bağları üzerinden kurulan geniş ailelerinden çıkar, daha büyük bir ailenin parçası olurlar; “ahali”nin. Bu yeni aile kan bağıyla değil manevi bağlarla birbirine bağlıdır ve ailenin reisi ‘”hükümet” denilen o “peder-i siyasi”dir. “Peder-i siyasi” sözünden de anlaşılacağı gibi devlet Ahmet Mithat Efendi’nin gözünde erkek bir figür, bir babadır. Artık anne ve babanın çocuğa karşı olan maddi ve manevi vazifelerini “peder-i siyasi” yüklenir ve bunun karşılığında çocuğun şükran ve minnetini kazanır. Bireyi devlete bağlayan ve devleti meşru kılan ise bu şükran ve minnet duygusu olacaktır.

 

Ana Babanın Evlat Üzerindeki Hukuk ve Vezaifi, Tanzimat sonrası eğitim meselesi etrafında yürütülen tartışmaları ve bu tartışmalar bağlamında aileye, kadınlara ve erkeklere ve devlete yüklenen anlamları ve rolleri anlamak için çok önemli bir kaynak. Kitap, yüksek devlet siyasetinin çocuk bakımı ve eğitimi gibi gündelik bir pratikle nasıl da derinden bağlı olduğunu gösteriyor ve Tanzimat sonrasında yürütülen toplum mühendisliğine dair ipuçları veriyor.

 

 


 

 

Görsel çalışma: Autogiro Illustration

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.