Yarattıkları kurmaca evrenden eve, gerçek dünyaya hiç dönmek istemediğimiz, yarattıkları karakterleri –bazen biraz ileri gidip– kendi hayatımızdaki gerçek insanlara yeğlediğimiz yazarlar var. Bu saçma hayattan bir kapı aralansa, kendimi hikayelerinin içinde bulsam diyeceğim yazarlar bunlar. En çok da öykücüler. Edebiyattan anlamam. Ben sadece, bir romanın ya da öykünün ya da bir yazarın “Bak, sana ne anlatacağım,” diyerek ilk satırdan beni davet ettiği yolda, elimi ne kadar sıkı tuttuğuna bakarım. Belki tek başına bu kıstas ben farkında olmadan “iyi”yi “kötü”den ayırt etmeme yarıyordur.
Elimi sımsıkı tutanlara nazaran, hikaye bazen benden önde koşar, yetişemem. Yorulur, eve dönerim. Bazen de arkamda kalır, o vakit az sonra olacakları iyi biliyorumdur, gideceğimiz yeri daha önce görmüşümdür. Her iki durumda da fikrim aynıdır: Demek ki biz bu yazarla ayrı dünyaların insanlarıyız. Beri yandan, başta da dedim ya, bazen de bir yazarla aranda bir şey olur. Metnin arkasındaki sesini duymaya başlarım bir noktadan sonra. O geçmesi zor, denesem geçemeyeceğim eşiği birden geçer, onun hikayeyi yazarken içinde bulunduğu evrene dahil oluveririm.
Cemil Kavukçu ile geçtiğimiz kış kısacık bir tanışma anımız oldu. Kalabalığın arasında görünce, koştum, ayaküstü elini sıkıp “Teşekkürler” dedim, “Sadece yazdığınız için.” Böylesi bir çıkış yapmak aklımda yoktu, belki de kendimi gülünç bir hale soktum. Okurluk kariyerim boyunca elimden sıkı sıkı tutmuş yazarlardan biri oldu Kavukçu. Bugün bir öykü okuru (ve az buçuk bir öykü yazarı) isem, onun bunda payı büyük. İyi bir öykünün ya da iyi bir öykü fikrinin kokusu nasıl alınır sorusu, ömürlük yollar kat etmeyi gerektirse de, ben şuradan şuraya bile geldiysem, bu işte “Nolya”nın, “Perişanız Gecenin Karanlığında”nın, “Ablam”ın, Sessizlik”in –ve daha bir sürü öyküsünün– parmağı var.
“Muhteşem bir tufan”
Can Yayınları’ndan bir deneme kitabı çıktı Kavukçu’nun: Örümcek Kapanı. Yazmak, bir yazar olmaya büyümek, öykü yazarlığı ve okurluğu üzerine düşüncelerinin ve bu düşüncelere çanak tutan hatıralarının yer aldığı kitap, benim için Kavukçu’nun anahtarı paspasın altına bırakması demek. Bizi “içeri,” yazar mutfağına davet ediyor. “Yazınsal türlerde yazmak, bir huzursuzluğun, iç çatışmanın sonucu olduğundan, bu türden yazmanın özünde sıkıntı vardır. Seni arkadaşlarından, günlük yaşamdan koparıp onunla baş başa kalmaya zorlayan, içinde büyüttüğün sana çok benzeyen aynı zamanda çok yabancı biridir bu. Dost mudur, düşman mıdır bilemezsin ama onsuz da yapamazsın. Bir gün seni terk edeceğinden korkarsın. En iyisi onunla hiç tanışmamaktır. Beyninin rahmine o tohum düştüğünde hiçbir şeyin farkında değilsindir daha. Kişiden kişiye değişen hamilelik sürecinden sonra canavar doğar. Artık kurtulman mümkün değildir. Seni kanatmak için vardır. Onunla baş başa kaldığında seni içdenizinin derinliklerine çeker. Girmek istemediğin odaların anahtarlarını uzatırken kışkırtıcıdır. Hatta dayatıcıdır. Unutmak istediklerini, karga sürüleri gibi başının üstünde toplayan odur. Öylesine köşeye sıkışırsın ki, ‘Tamam,’ dersin, ‘teslim oluyorum.’ O zaman içindeki canavar senin yerine geçer, sen olur ve tepende dönüp duran kargaları dağıtmak için şehvetle yazar. Bu buluşma ‘muhteşem bir tufan’dır.”
Bir öykü nasıl oluşur, okuduğumuz vakit içimizdeki belli telleri titreten öykülerin mayasında ne var, bir yazar çocukluğundan ve gençliğinden bugüne neler taşır, neyi yazabilir, neyi yazmaya yüreği el vermez, yaşanmış bir olayı öyküye dönüştüren ya da dönüştüremeyen şey nedir, hayat nerede biter, edebiyat nerede başlar, edebiyat üreten kişi kendinden başka yazarlarla nasıl etkileşir, birbirini hiç bilmeyen öyküler ve yazarlar arasındaki o ince bağlar nasıl örülür, yazma sıkıntısı ne menem bir şeydir, beyaz sayfanın önüne oturduğunda içeride tam olarak ne olur, yazmak bir gün bırakılabilir mi… Kavukçu, Örümcek Kapanı’nda tüm bu sorulara, denemeleriyle cevap veriyor. Dostlarını, çocukluğunu, gençliğini, babasını hatırlıyor. Samimi anlatımıyla ve itiraflarıyla, arka odanın kapısını aralıyor.
Bazı denemelerinde edebiyat incelemelerine de yer vermiş Kavukçu. Alice Munro, André Gide, Hemingway, Muzaffer Hacıhasanoğlu, Fadime Uslu, Rıza Baba Mukaddem, Bulgakov gibi onda izi olan yazarları yokluyor. Onların eserlerini inceliyor, eleştiriyor. Salinger, Wilde, Calvino, Çehov gibi pek çok kıymetlimizin durağına uğruyor. Bir yazar olmanın dışında bir okur olarak da mühimsediği kitaplardan bahsediyor.
Örümcek Kapanı, okuyup rafa kaldıracağınız bir kitap değil. Bilakis dönüp dönüp bakacağınız, gözünüzün önünden çok da kaybolmasını istemeyeceğiniz bir kitap. Özellikle öykü okumaya, öykü hakkında düşünmeye meyli olanlara –ve tabii Kavukçu öykülerinin tadına varmış olanlara– hararetle tavsiye ederim.
Yeni yorum gönder