Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Anılara Yolculuk Vakti: Sahte Bellek



Toplam oy: 194
Çoğunlukla gizem, gerilim ve bilimkurgu türlerinde kalem oynatan 1978 doğumlu Amerikalı yazar Blake Crouch da hafıza olgusuna kafayı takmış isimlerden. Karanlık Madde (Dark Matter, 2016) ve orijinal basım tarihinden 1 yıl sonra yakınlarda Solina Silahlı çevirisiyle Türkçede okuma şansına eriştiğimiz, 2019 Goodreads Choice Awards ödüllerinde En İyi Bilimkurgu Romanı seçilen Sahte Bellek (Recursion) gibi belleği odağına alan eserlerinde bu takıntısını görüyoruz.

İnsan için anılar çok değerlidir. Kişinin davranış, duygu ve düşüncelerinin arkasında geçmişi yatar. Kişiliğin inşasının temelini oluştururlar. Tabii geçmişte yaşanılanları nasıl algıladığımız, nasıl hatırladığımız da bir o kadar ehemmiyet taşır. Ancak beynimiz, yaşantıları kaydetme ve hatırlama konusunda o kadar eksiksiz ve kusursuz değil. Anıların hepsini hatırlayamamak bir yana her zaman bellekte saklananları ‘doğru’ bile anımsamayabiliyoruz. Öyle ki bilhassa çocukluğumuzdaki anılarımızın bazen hatalı olduğunu keşfedebiliriz. Bu da gayet doğal. Fotoğraflardan gördüklerimiz, aile üyelerinden duyduklarımızla anıyı şekillendirir, hatta baştan yaratabiliriz. Tek kelimeyle ilginç bu bellek.

Buna ‘ne yazık ki’ gibi yorumda bulunmak da anlamsız olur. Çünkü her hatırayı tamamıyla hatırlamanın yorucu olmasının yanı sıra büyük ihtimalle kimse için harika bir deneyim yaratmayacağı aşikâr. Yani beynin çalışma prensibinin iyiliğimiz için bir bildiği var.
Buna ‘ne yazık ki’ gibi yorumda bulunmak da anlamsız olur. Çünkü her hatırayı tamamıyla hatırlamanın yorucu olmasının yanı sıra büyük ihtimalle kimse için harika bir deneyim yaratmayacağı aşikâr. Yani beynin çalışma prensibinin iyiliğimiz için bir bildiği var.
Gerçekliği kaybetmek
Crouch, Sahte Bellek’te okurunun zihnini başından sonuna kadar yormaktan çekinmiyor. Kurgusunun derinliğiyle birlikte anı keşmekeşi, bilimkurgu unsuru olaraksa zaman yolculuğunun yer aldığı kompleks bir eserle karşımıza çıkıyor. İnsanlar hiç yaşamadıkları anıları hatırlıyorlar. Sahte Anı Sendromu adı verilen, bulaşıcı olduğu düşünülen bu ‘hastalık’, insanların gerçek ve sahte arasındaki ayrımı yitirmelerine ve yaşamla bağlantılarını kaybetmelerine yol açıyor.
New York Polis Teşkilatı’ndan dedektif Barry Sutton, sendromla ilişkili intihar eden bir kadını araştırırken olayın arkasında hiç beklemediği gizemlerle karşılaşıyor. Yıllar önce trafik kazasında ölen kızının yasını tutan polis, bir anda kendisini, karısından boşanmadığı ve kızının hayatta olduğu bir yaşamda buluyor. Gerçeğin bu derece sallantıda olmasının düşüncesi bile ürpertici. Zaten Barry de bunun her şeyden korkutucu olduğunu dile getiriyor: “Bedenimiz bizi başarısızlığa uğratır. Biz kendimizi başarısızlığa uğratırız. Barry bunların hepsini yaşamıştı. Ama anılar değişirse anbean neye tutunabilirdik ki? O zaman geriye gerçek olan ne kalırdı?”
Diğer yandan da kendisini Alzheimer hastası annesinin hafızasını korumak için cihaz geliştirmeye adayan nörolog Helena Smith’i okuyoruz. Ancak dahi Helena’nın bu uğraşı, anılarda zaman yolculuğuna sebebiyet veren tehlikeli bir buluşa gidiyor. Bambaşka yaşamlara sahip Barry ve Helena’nın hayatları bir noktada kesişiyor ve biz de polisle bilim insanının zamanın büküldüğü, gerçeğin birbirine karıştığı kaos ortamında, her şeyi eski hâline getirme uğraşlarına tanık oluyoruz. Yer yer yakın döneme damga vuran, zaman yolculuğunu temeline alan Netflix dizisi Dark’ı anımsatan yapısı var. Bu dizi 33 yıllık döngüde, âdeta ağzımızı açık bıraktıracak bir işçilikle örümcek ağı gibi örülmüş yapısıyla dikkat çekmişti. Sahte Bellek de benzer zaman döngüsünü hikâyesinde içeriyor, ancak detaycılık konusunda daha zayıf olduğunu ve aynı keyfi vermediğini söylemeliyim.
Tehlikeli bir uğraş: Zaman yolculuğu
Doğrusu bilim kurgulamak her zaman yazar için yoğun bir araştırma ve zihinsel uğraş ister. Ancak konu zaman yolculuğu olduğu zaman bu en zor hâlini alır. Bilimkurgunun iyi örnekleri oldukça nadir olan tarafı diyebiliriz. Zaman yolculuğunun işlenmesi de tek tip olmuyor. Örneğin bazılarında zamanda kişi geriye gittiğinde kendisinin eski hâliyle karşılaşabiliyor. Sahte Bellek’te Crouch’sa farklı bir yol izlemiş. İnsanlar anılarına gidebiliyor (yani sadece geçmişe) ve gittikleri zamanda zihinlerini koruyarak eski bedenlerine dönüyorlar. Bu tek zamanda iki aynı kişi paradoksunu ortadan kaldırıyor, fakat bedenen değişirken beyin nasıl aynı yapıda korunuyor problemini ortaya çıkarıyor. Bir de geçmişten döndüğü zamana tekrar geldiğinde, birleşme nasıl olacak? Kısacası bazı çözülmesi gereken yeni sorular yazarın önüne koyuluyor.
Bu tipte zaman yolculuğunu bizim topraklardan Alper Canıgüz, Kan ve Gül adlı gayet başarılı romanıyla, bilimkurgu unsurlarının çok üzerine gitmeden üniversite yıllarına dönen karakteri üzerinden işlemişti. Yine Netflix’te yayınlanan kısa anime dizisi Erased (Boku dake ga inai machi) da çocukluk yıllarına giden karakterini işleyen benzer tipte eserdi. Ne yazık ki gösterdiğim örneklere göre Sahte Bellek, bu kurgulanan bilimi en zayıf işleyeni oldu, geçmiş bedene gitmenin getirdiği problemlere aklıma yatacak cevapları alamadım.
Yazarın anlattığına göre kitabın çıkış noktasıysa epey ilgi çekici. 2012 yılının yılbaşı zamanında MIT’in iki nöroloğu bir farenin beynine sahte anı yerleştirmiş ve Crouch da tüm romanına yayılan yapıyı bu fikir üzerinden kurmuş. İlgi çekici olduğu kesin, sadece biraz daha ayakları yere basan ve güçlü bir kurguya ihtiyacı olduğunu düşündürttü bana. Tüm kusurlarına rağmen romanın gizem yönü gayet başarılı, akıcı ve sayfaları heyecanla çevirmeme neden oldu. Edebî yönüyle okuyucuya farklı bir tat vadetmiyor. Detaycılığı ve zaman yolculuğunu ele alış şekli ilginç olsa bile, okurun kafasına yatmayan birçok kurgu zayıflığı da içeren bir roman olmuş Sahte Bellek.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.