Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Ankaralı bir yazar



Toplam oy: 1031
Serhan Ergin
İletişim Yayıncılık
Ankara'yı özleyenler, Ankarasız yapamayanlar Serhan Ergin'in kitabını kaçırmasın.

Son dönem Türkiye edebiyatında Ankara rüzgarı estiği bir gerçek. Barış Bıçakçı ve Emrah Serbes'in bayraktarlığını yaptığı genç kuşak Ankaralı yazarlar, okuyucu tarafından büyük ilgiyle karşılanıyor. 1980 ve sonrası doğan bu yazarlar, yalın, samimi ve güçlü anlatım tarzlarıyla, Türkiye edebiyatında sağlam bir damarı temsil eder hale geldiler. Bu yazarların birçoğunun ortak özelliklerinden biri de kendilerine mekansal olarak konu ettikleri Ankara'nın kent kimliğini ön plana çıkarmaları. Bunu yaparken de “Angara”nın taşra kimliğiyle mavralarını geçmeyi de unutmuyorlar elbette. Ama ağırlıklı olarak, öğrencileri, memurları, değişen kent yapısını, Ankara'da zoraki olarak kalanları, şehrin dillere destan kışını ve Ankara'ya o çok yakışan karı anlatıyorlar. Öğrencilerin, gençlerin, alışkanlıklarından vazgeçemeyenlerin uğrak yerleri olan Konur Sokak, Sakarya Caddesi, Yüksel Caddesi hayat buluyor satırlarında bu yazarların. Bu genç kuşağın kitaplarının arasına geçtiğimiz günlerde Serhan Ergin'in Bize Kalsa Böyle Geçerdi Akşamlar'ı da eklendi.

 

Ankara'da dostluk ve aşk

 

Serhan Ergin, Bize Kalsa Böyle Geçerdi Akşamlar'da bizi yedikleri, içtikleri ayrı gitmeyen yakın arkadaşlar Mahir ve Zafer'le tanıştırıyor. Mahir ve Zafer, üniversiteden arkadaşlar, öğrenciliklerini geçirmek üzere farklı şehirlerden Ankara'ya gelmişler. Dostluklarını üniversite sonrası hayata da taşıyabilmişler. Bir gün Zafer, işyerinden tanıdığı Filiz'e âşık oluyor ve olaylar gelişiyor. Filiz de kısa bir süre sonra bu dostluğun bir parçası oluyor. Zafer ve Filiz, gittikleri her yere Mahir'i de çağırıyorlar ve bu üçlü Mahir'in deyimiyle bir aile oluyorlar. Ankara'ya çok yakışan karın ve soğuk havanın aman vermediği dönemlerde, operaya gidiyorlar, Sakarya'da bira içiyorlar –gerçi Filiz beyaz şarap içiyor-, Olgunlar'dan Çankaya'ya uzun yürüyüşler yapıyorlar. Ulus'a gidiyorlar, Pirinçhan'da camları soğuktan buğulanmış kafelerde çaylarını içiyorlar, sohbetleri derinleşiyor, beraber geçirdikleri anlar çoğalıyor. 

 

Mevsim bahar olunca, Ankara'nın insanı yoran kışından daha hızlı uzaklaşamk için Amasra'ya gidiyorlar, arabanın pencereleri açık, saçlar rüzgardan uçuşuyor, istikamet denize doğru... "Çıktığımız iki günlük tatil o parıltılı güneş ve yüzümüzü yalayan ılık rüzgar, umut demek oluyordu, dinlenme, tazeleme, umudu." Takvimler temmuz ayını gösterdiğinde ise, Olimpos'a geçiyorlar. Deniz onlara huzur veriyor, yakamoza karşı içkilerini yudumluyorlar, Ankara'dan uzakta olmak iyi geliyor onlara. Sonra eve dönüş vakti geliyor haliyle, Ortaçgil parçasını hatırlatırcasına Ankara'ya deniz kokusu getiriyorlar. 

 

Fakat Mahir, Zafer ve Filiz, François Truffaut'un Jules ve Jim'i filmini hatırlatan bir durum içine düşüyorlar zamanla ve işler karışıyor haliyle. Bir süre sonra laf arası tedirginlikleri baş gösteriyor, gerginlikler artıyor, Mahir, Zafer ve Filiz'in arasındaki büyü bozuluyor, geriye kocaman pişmanlıklar kalıyor. Gerisi Mahir'in "büyük çaresizliği."

 

Minimalist anlatım

 

Serhan Ergin, gerek sinemada, gerek edebiyat tarihinde karşılaştığımız, bilindik bir hikayeyi anlatıyor. Dolayısıyla kitabı okurken bir süre sonra olayların gelişimini tahmin etmek güç olmuyor ama Bize Kalsa Böyle Geçerdi Akşamlar'da, ne anlattığınızdan çok nasıl anlattığınız meselesi ön plana çıkıyor. Kolaylıkla bayat klişeye dönebilecek hikaye, yazarın konuşma diline yakın anlatım tarzıyla yakaladığı samimiyet ve yine hayatın içinden karakterleriyle özgünlüğünü sağlıyor. Ergin, kitap boyunca Mahir, Zafer ve Filiz etrafında dönen hikayeyi, Mahir'in ağzından en yakın arkadaşı Zafer'e hitaben anlatıyor. Dolayısıyla hikayenin inandırıcılığı ve akıcılığı da bir anlamda buradan geliyor. 

 

Ergin'in yalın bir anlatım tarzı var, uzun edebi tasvirlere ya da dil oyunlarına başvurmuyor. Yazarın kitapta dikkat çeken en önemli özelliği karakter yaratmadaki başarısı. Özellikle hikayeyi ağzından dinlediğimiz Mahir'in iç dünyasındaki karmaşalar ve pişmanlıklar etkileyici bir şekilde anlatmayı başarıyor yazar. Ergin, az karakterle, az mekanla tempoyu düşürmeden, hikayede savrulmalar yaşamadan başarıyla kotarıyor öyküsünü. 

 

Serhan Ergin, Bize Kalsa Böyle Geçerdi Akşamlar'da hikayesinin gizli kahramanı Ankara'yı tasvir edişi ve yaratmış olduğu karakterleriyle, Barış Bıçakçı, Emrah Serbes gibi has Ankaralı yazarların arasına girişmiş gibi duruyor. Bize Kalsa Böyle Geçerdi Akşamlar, hoş bir bahar esintisi tadında... Kavurucu sıcakların nefes aldırmadığı şu günlerde; hasretle eylül ayını bekleyenler, Ankara'yı özleyenler, Ankarasız yapamayanlar Serhan Ergin'in kitabını kaçırmasın derim.

 

 


 

* Görsel: Meltem Şahin

 

Yorumlar

Yorum Gönder


Ankara'lı bir polisiye yazar Ali Bayram'ın Kuğulu Park Cinayeti eseri gözardı edilemez. Ankara'nın Çinçin Mahallesinden tutun, Cinnah Caddesi ve sosyetenin kalbine kadar ince ayrıntı kullanan bir yazarı atlamanız çok absürd olmuş. Ankara üstüne yazılmış üstün deneyimleriyle bir polisiye gerilimden söz etmemek mümkün değildir.

62%
38%

Barış Bıçakçı 1980 ve sonrasında doğan Ankaralı yazarlardan değil, kendisi 1966 doğumlu. http://www.iletisim.com.tr/kisi/baris-bicakci/5049#.VdtHkEq3yrU

45%
55%

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.