İtalyan yazar Elena Ferrante, Napoli Romanları serisiyle adını duyurmuş olsa da, aslında edebiyat anlayışını ilk görebileceğimiz eseri, 1992 tarihli Belalı Aşk’tır. İlk olarak 2007’de yayımlanan Türkçe çevirisi geçtiğimiz günlerde yeniden basılan bu kitap, 40’lı yaşlarındaki Delia isimli bir kadının annesinin ölümüyle baş etmesini, onun ölümündeki sırları açığa çıkarma çabasını anlatıyor. Gelgelelim Ferrante’nin hikayesinde alışıldık “kaybın acısını” görmekten çok anneyle olan bağın sorgulanmasıyla, bu ilişkinin ters yüz edilmesiyle karşılaşıyoruz. Bize hiç gösterilmeyen bir ilişkiyle başlıyor kitap, Delia’nın annesi Amalia’nın cesedinin sahile vurmasıyla. Dolayısıyla kitap boyunca öykünün merkezinde yer alacak olan anne, Ferrante tarafından kayba indirgeniyor.
Elbette, annenin kitaptaki geri dönüşü hayalet biçimiyle olur. Hayalet, musallat olan şeydir; çağrılması zorunlu değildir, çağrılmadan da dadanabilir çünkü; her ne kadar tekinsizlik hissiyle kişiyi dehşete düşürmesi kuvvetle muhtemel olsa da, yol göstericidir. Özellikle annelerin hayaletlerinden ömür boyu faydalanılır çünkü hayatın kendisi zaten doğumla beraber ayrılınan annenin geri alınması, kaybedilmiş annenin telafisi üzerine kuruludur. Kitapta da Delia, annesinin ölümünü bir bakıma geriye sarmak için, hayatını kaybettiğini sorgulamak üzere Napoli’ye gider ve annesinin ilişki ağını ortaya çıkarmaya çalışır. Bunu yaparken annesinin ölmeden önceki hayatına ilişkin bazı sırlar öğrenir, annesinin tekinsiz yanıyla karşılaşır. Zaten Delia da annesi için “hayalet” demekten geri durmaz ama Delia’nın, annesinin ölümüne bakışında ikircikli konumu öyle ustalıkla korunmuştur ki, kitap boyunca... “Kısa bir an, annemin ölmediğini, onun ölümünün kim bilir ne zaman başlamış uzun süreli, sıkıntılı bir hayal ürünü olduğunu düşündüm,” sözü, kendini okura bir şekilde hatırlatmaktadır.
Psikotik bir anlatı
Delia’nın annesi karşısındaki ikircikli hislerine ve aldığı kararlara bakacak olursak “psikotik bir anlatı” olarak da değerlendirebiliriz Belalı Aşk’ı. Nitekim kitap boyunca Delia’nın peşine düştüğü annesiyle özdeşleşmek istemediğine ilişkin izlere sahibiz. Kendisini annesinin yerine koyduğu süre boyunca aslında annesi omak istediğini apaçık görürüz. Ayna karşısında annesi gibi makyaj yaparken, “Sana benzemiyorum,” diye fısıldaması da buna işaret ediyor. Ama kitabın bütününde Delia, hararetli bir şekilde annesinin başına gelenleri öğrenmeye çalışırken ona dönüşüveriyor. Kitabın “psikotik anlatı” terimini hak ettiğini de aslında sonunda anlıyoruz. Delia’nın, annesinden/kendisinden bahsederken, “Eğer Amalia olamayacaksam, ‘ben’ olmak da istemiyordum. Amalia’nın gizlice yaptığını hayal ettiğim şeyleri yapıyordum. (...) Ben bendim ve ben oydum,” ifadelerini kullanması boşuna değil. Dolayısıyla Ferrante’nin anlattığı hikayenin anneyle tamamen özdeşleşme, ondan ayrılma anksiyetesi ve en sonunda onun kimliğini tamamen kavradıktan sonra onu tanımayı reddedip ondan farklı olma çabası diye özetleyebiliriz.
Sonuç olarak, olağanlığın ve sıradanlığın yazarı diye tanıdığımız Ferrante’nin biraz daha farklı bir yüzüyle karşılaşıyoruz Belalı Aşk’ta. Ama Delia’nın aklından geçenleri, özellikle de ölmüş annesine karşı verdiği özdeşleşme(me) savaşını düşündüğümüzde Napoli Romanları’ndan tınıları duymaya başlıyoruz. Serinin dördüncü ve son kitabı olan Kayıp Kızın Hikayesi’nde Lenu’nun annesinin topallığını anımsatarak, yaşlandıkça giderek ona benzediğini söylediği kısımların Belalı Aşk’ın bıraktığı miras olmadığını kim söyleyebilir! Ferrante’nin ilk kitabının, onu dünyanın en başarılı ve popüler yazarlarından biri haline getirecek serinin yazarı olmasında Belalı Aşk’ın rolü yadsınamaz.
Napoli Romanları etkisi
Peki, Türkçede yayımlanmasından altı yıl sonra Belalı Aşk niye yeni baskı yaptı? Ya da tersinden soracak olursak, Ferrante’nin diğer eserlerini okumamız için Napoli Romanları’nın başarıya ulaşması mı gerekiyordu? Bu sorulara kesin yanıtlar bulmak mümkün olmasa da, bazı bilgilerden hareketle “Napoli Romanları etkisi” diye bir şeyin olabileceğini öne sürelim: Ferrante bu sene Kayıp Kızın Hikayesi’yle Uluslararası Man Booker Ödülü’nde kısa listeye kaldı. Ödülü alamasa da, ödülle ilgili tartışmaların büyük bölümü Ferrante’yle ilgiliydi. Time dergisi de 2016’nın en etkili 100 kişisi listesine Ferrante’yi alırken Napoli Romanları için “Künstlerroman” ifadesini gururla kullanıyor ve seriyi övgüye boğuyordu.
Uluslararası alandaki bu etkiyi Türkiye’de de hissetmeye başladık. Hem sosyal medyada hem de kulaktan kulağa yayılıyor Ferrante. Ana akım medyada, “Bakın, Ferrante diye bir yazar var, mükemmel!” gibi güzellemeleri hiç görmesek de, internetin etkisiyle yayılan bir popülerliği var Ferrante’nin. Ancak popüler denince akla hemen özellikle çoksatar olmak için yazılmış “proje” kitaplar gelmesin. Ferrante’nin kitaplarında “güzel sözler” olabilecek bir malzemeden ziyade sürükleyici bir olay örgüsü görürüz. Dolayısıyla okur beğenileri de bir söze vurulmaktan ziyade akan bir hikayeye yönelik oluyor.
Bütün bunlara rağmen Ferrante’nin adının duyulmasının bir sebebi de aslında “adının olmaması”ydı. Müstear isim kullanan Ferrante’nin kimliğiyle ilgili hiçbir şey bilmiyorduk. Hatta gerçekten bir kadın yazar olup olmadığı bile tartışılmıştı. Ferrante’yi hep yarattığı karakterlerle tanımıştık – Elena Greco olarak. Ta ki, gazeteci Claudio Gatti, yaptığı bir dizi araştırmanın ardından New York Review of Books’ta, Ferrante’nin aslında Anita Raja olduğunu kanıtlarıyla ortaya çıkarana kadar...
Öte yandan Ferrante’nin kadınların ve kadınlığın yazarı olması, erkeğin lanetli/belalı dilini (la malédiction) erkek egemen düzene isyan etmek için başarıyla ters yüz etmesi de, kitapların Türkiye’de daha çok duyulmasını sağlıyor. Bir de Napoli’deki mahalle baskısının, kadınların hissettiği ötekilik halinin Türkiye’dekine ne kadar benzer olduğu fark edildiğinde, Ferrante kadınların hem kendilerini hem de sistemi anlamaları için bir rehber haline geliyor ve okurlar arasındaki etkisini artırıyor. Belalı Aşk da bundan azade değil.
Görsel: (sırasıyla) Fatih Öztürk, Dilem Serbest
Yeni yorum gönder