Bir kadın için hayat bir kereye mahsus öyle hızlı, aniden, damdan düşer gibi biçim değiştiriyor ki, bir duvarın dibindesin de sanki üzerinden atlayıp başka bir yolu yürümen gerekiyor artık. Annenin ölümü o duvar; yüksek, aşması güç ve sancılı, ama aştığında, bir yolunu bulup geride bırakabildiğinde ve kabullendiğinde ondan kalan boşluğu, beri yanında artık aynı kadın olmadığın bir duvar... Kabuğunu yitirmek gibi galiba, içinden doğduğun bedenin dünyadaki geçerliliğini yitirip aramızdan çekilmesi ve senin ondan geriye kalan olman, onun geride bıraktığı. Kadınlığın yani aslında dişiliğin devredilmesi biraz da annenin ölümü. Ve tüm hikayelerin devredilmesi; bir kralın tacını devretmesi gibi kendisinden sonra gelene. Peki, hazır mıydın o boşluğa? O hayatını öyle ya da böyle, bazen uzaktan, bazen yakından, bazen çok yakından tıka basa dolduran o kadının bir gün aniden yok olup arkasında bıraktığı uğultulu sessizliği hayal etmiş miydin hiç? Şimdi kime teslim edeceksin varlığını? Uzay boşluğunda kimin toprağına tutunacaksın?
Milena Busquets’in kendi hayatından izler taşıyan Bu Da Geçecek romanı tam da bu duygunun merkezinde dolanıyor. 40’larında bir kadının annesinin ölümünün ardından yazdığı uzun bir mektup aslında kitap; bir kadının kendisini dünyaya getiren kadını yitirdikten sonra ona sessizce seslenişi. İtiraflarla, sonsuz iç döküşlerle samimi ve dürüst bir iç konuşma. Ancak hikaye bir ölümün ardından anlatılması vesilesiyle beklenildiği üzere kederli, gözyaşlarıyla dolu bir dünyayı anlatmıyor; kalbi kırık ama yine de eğlenceli, canlı, hayata tutunan bir kitap olmayı ihmal etmiyor Bu Da Geçecek. Yani ölümün varlığıyla boğuşmuyor, yitimin sebep olduğu ağır hüzne rağmen, onunla savaşmıyor, isyan etmiyor, karşısında sakinliğini koruyor, sırf bu yüzden ölümden de mürekkep olsa yüzünü hayata dönmüş bir kitap.
“Tuhaf bir nedenden ötürü hiçbir zaman 40’larıma geleceğimi düşünmemiştim. 20’li yaşlarımdayken 30’larımı hayatımın aşkıyla ve çocuklarımızla geçireceğimi düşünürdüm. Yumurta kırmayı bile bilmeyen ben, 60’ıma geldiğimde torunlarıma elmalı turtalar yapacağımı hayal ederdim; ne var canım, öğreniverirdim işte. Ve 80’imde çökmüş bir nine olarak arkadaşlarımla viski içecektim. Ama bir türlü 40’lı yaşlarımı öngöremiyordum. 50’lerimi de öyle. Bununla beraber işte buradayım. Annemin cenazesindeyim ve üstüne bir de 40 yaşındayım.”
Hikaye, cenaze töreninde başlıyor. Blanka, bir hastalık neticesinde giderek zihni bulanıklaşarak kendisine hiç benzemeyen bir kadına dönüşen, en sonunda yok olan annesinin cenazesindedir: “Nihayetinde onu tahtından vahşice kovan ve krallığını en ufak bir merhamet göstermeden yerle bir eden hastalık hepimizin ağzına sıçtı.” Blanka’nın annesiyle sessiz sohbeti cenazede başlar ve bu sohbet kitap boyunca hikayenin içinde dolanır, Blanka bir yandan onu kaybettikten sonrasındaki günlerini anlatırken ona seslenmeye devam eder. Bu serzenişlerle olduğu kadar, özlemle, şükranla ve anne-kızın hayatına dair gülünç detaylarla dolu bir konuşmadır. Hüzün bütün ağırlığını hissettirse de acı çeken ama acıya pes etmeye direnen bir kadındır Blanka: “Cenaze sona eriyor. Neredeyse mutlak bir sessizliğin hâkim olduğu toplam 20 dakikalık bir süreç. Konuşma yapılmadı, şiir okunmadı (...) yaşlı işçiler tabutu mezara koyarken böylesi sakar davranmış olmasalardı çok daha kısa sürerdi üstelik (...) İçlerinden biri, ‘Allah’ını, kitabını!’ diye haykırdı. Cenazende dile getirilen sözcükler bundan ibaret. Bence çok uygun, çok yerinde (...) Yokuştan iniyoruz. Carolina elimi tutuyor. Bitti. İşte bu kadar. Annem öldü.”
Ölümün zıddı nedir?
Annesinin hastalığı ve ölümü, Blanka’nın her şeyi baştan, yeni bir gözle değerlendirmesine yol açar. Yine de bazı şeylerin aynı kaldığı hissi, Blanka’yı hayata bağlayan, onu topraklayan, uzay boşluğunda uçuşmaktan kurtaran şey olur. Cenazenin ertesi günü eski kocası, küçük oğlunun babası Oscar’ın yanında uyanır. Geceyi birlikte geçirmişlerdir. Annesinin altı ay süren hastalığı boyunca yanında Blanka’nın yanında olan Oscar, seksin iyileştirici gücünün ateşli bir savunucusudur: “Üzgün müsün? Seviş. Başın mı ağrıyor? Seviş. Bilgisayarın mı bozuldu? Seviş. Hayatın mı kaydı? Seviş. Annen mi öldü? Seviş. Bazen işe yarıyor.” Seks, Blanka’nın da “dünyaya hayatta olduğunu kanıtlama” yoludur: “Sen yatakta hastalık ve delilikle çılgınca ama nafile cebelleşir, bense, fazla üzgün ya da yorgun olmadığım zamanlarda, aynı yerde, kendime ve dünyaya hayatta olduğumu kanıtlamak için yine nafile ve bazen çılgınca bir mücadele veriyorken... Ölümün zıddı yaşam değil, sekstir. Senin hastalığının sana karşı gitgide daha gaddarlaşıp insafsızlaştığı ölçüde seks hayatım da, sanki dünyanın tüm yataklarında sadece tek bir savaş, senin savaşın veriliyormuşçasına, gaddarlaşıp insafsızlaştı.”
Blanka cenazeden sonra Oscar’ın önerisiyle bir süreliğine annesinin Cadaqués’taki evine gitmeye karar verir. İki oğlu, eski kocaları Oscar ve Guillem ve iki arkadaşı Sofia ve Elisa ve Sofia’nın oğlu ve oğlunun babası Tom, birkaç günlüğüne Akdeniz ışıklarıyla dolu bu aile yadigarı evde bir araya gelir. Blanka’nın gizli sevgilisi Santi de oradadır. Blanka için anılarla tüten bu evde, annesi olmadan var olmak kolay değildir, annesinin sağlıklı halinin bir parçası olduğu geçmiş orada el değmemiş gerçekliğiyle öylece duruyordur: “Gözlerimi evin en geniş ve en güzel, en iyi manzaralı odasına dikiyorum. Bazen o uzun, salaş yazlık tuniklerinden biriyle, kül rengi saçların darmadağın, evin en üst kat merdivenlerindeki yerini alır ve ordularını yöneten bir general misali günlük talimatlarını verirdin (...) Artık kimse yok odanda.” Blanka yine de birlikte olduğu insanların da etkisiyle hayatın kendi halindeliğine izin verir ve kendisini sık sık dibe çökmüş bulsa da, gündeliği akışa bırakmaya çalışır ve sonunda “iyileşir”.
Dünyada 33 dile çevrilmiş olduğuna başta şaşırdığım, okuyunca nedenini anladığım Bu Da Geçecek, epey cüretkar bir iyileşme hikayesi. Anneye yazılmış, sağlığında söylenmemiş, söylenememiş sözlerden mütevellit bir mektup. Beni en çok dokunulmaz sandığımız konulara bodoslama girişiyle ve büyüleyici derecede dürüst ifade şekliyle etkiledi. Anne ve kızdan ibaret mikro evren, bildiğim ve tanık olduğum en fütursuz ve en kanlı evrenlerden biri. Oradan sağ çıkmak kolay değil, hele işin içinde ölüm varsa oraya elinde kalem kağıtla dalmaksa hep kalp paralayıcı. Milena Busquets bu kanlı savaşın hakkını vermiş.
Yine bu yıl okuduğum ve benzer konular etrafında dolanan, Rebecca Solnit’in çok sevdiğim Yakındaki Uzak kitabı için ne dediysem aynını diyeceğim: Bu kitabı okuyun. Lütfen.
* Görsel: Nora Yeksek
Yeni yorum gönder