Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Antonie Lazanec'i Kim Öldürdü?



Toplam oy: 137
Bir gün, şehre Antoine Lazanec adlı bir adam gelir, parıl parıl bir Porsche arabanın içinden iner ve Brest’i Saint Tropez’ye çevirecek büyük hayallerini anlatmaya koyulur. Bütün kasaba Lazanec’in ağzına bakmaktadır artık, bir çekim merkezi olmuştur, herkes onun peşindedir, onun anlattıklarını hayranlıkla karşılarlar, Antoine şehrin futbol takımının maçlarını locadan takip ederken halk da onu seyreder.

Edebiyatta sıklıkla karşımıza çıkan bir ikilem vardır: Suçlu kim? Suçu işleyen insanın kendisi mi, içinde büyüdüğü toplum mu?

 

Bir yerde suç varsa, mantıken en azından bir suçlunun da olması gerekir. Peki, suçlu o kişi midir yoksa esas suçlu, o kişiyi suç işlemeye iten -yönelten, teşvik eden, mecbur bırakan- toplum mudur?

 

Bu tabii bizi insanın doğumuna kadar götürüyor. Bir bebeğin suçla ilişkisi var mıdır? Eğer bebeklerin tamamen masum olduğunu kabul edersek, suç işleme “virüsünü” zaman içinde dışardan kapmış olmaları gerekiyor. Öte yandan, insanı suç işlemeye iten şeyin virüs değil de içimizde varolagelen bir “hücre” olduğunu varsayarsak, o zaman iş daha da çetrefil bir hal alıyor ve hepimiz suç işleme potansiyeliyle doğuyoruz demektir.

Tanguy Viel’in Ceza Kanunu, 353. Madde adlı romanı da bu ikilemi ele alıyor. Maalesef bizim de bu ülkede çok aşina olduğumuz bir hikâye, Fransa’nın Brest şehrinde geçiyor: Mitterand dönemi, doksanların başı. Martial Kermeur, tersanede çalışan işçilerden biridir. Tersane işçileri ile sosyalizm arasındaki bağ malum. Saint Petersburg’dan beri tersane işçileri sosyalist edebiyatta hep kullanılagelmişlerdir -bazen de buradaki gibi leitmotif olarak. Brest, Fransa’nın birçok şehri gibi Hitler ordularının işgaline uğradı ama diğerlerinden farkı Nazilerin burada tersane işlettiğini biliyoruz. Bir gün, şehre Antoine Lazanec adlı bir adam gelir, parıl parıl bir Porsche arabanın içinden iner ve Brest’i Saint Tropez’ye çevirecek büyük hayallerini anlatmaya koyulur. Bütün kasaba Lazanec’in ağzına bakmaktadır artık, bir çekim merkezi olmuştur, herkes onun peşindedir, onun anlattıklarını hayranlıkla karşılarlar, Antoine şehrin futbol takımının maçlarını locadan takip ederken halk da onu seyreder.
Brest’i nasıl Saint Tropez’ye dönüştüreceğini anlatmakla yetinmez Lazanec, bire bir maketini yaptırarak bizzat gösterir. Kısa yoldan zengin olma hayalleri aklını başından alır Brestlilerin. Lazanec adeta Tanrı tarafından gönderilmiştir ve onlara denize sıfır evler, pahalı otomobiller, yüklü paralarla dolu banka hesapları verecektir. İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın işgal ettiği Brest’i bu kez Alman yapımı otomobiliyle bir Fransız ele geçirmiştir. “Beşinci Cumhuriyeti” yaşayan Fransa’da “işbirlikçi Fransız” olgusu varlığını hâlâ koruyan bir hakikat. İşgal döneminin “Vichy hükümeti” bu beş cumhuriyet ve krallık dönemleri arasında kendine yer bulamaz. Mareşal Petain’in arkasında 1918’in efsanesi vardı ama Nazilerle işbirliğine giren Laval ya da Darnand gibi isimler idam edilmekten kurtulamadı. Böylece, Lazanec, Porsche’u içinde yıkımı temsil eden bir işbirlikçi olarak şehre gelir.
France'tan boşanmak
Altı yıl sonra, Martial'i mahkemenin huzuruna çıkmış, hakime ifadesini verirken görürüz. Viel de romanını, bu ifadeyi geri dönüşlerle vererek kurgulamış. Antoine Lazanec’i öldürmekle suçlanıyordur ve kendini savunmak yerine cinayete giden yolda taşların nasıl döşendiğini anlatır Martial. Tersane kapatıldığı için işçilere 400 bin franklık bir tazminat düşer. Bu para, onlara, tabii ki oldukça mütevazı sayılacak hayallerine ulaşabilme fırsatı sağlar. Kimi tekne alır, kimi, Martial Kermeur gibi, bütün parasını makette gördüğü evlerden birine yatırır. Martial, “dördüncü kattaki deniz manzaralı üç odalı daire” karşılığında 512 bin franklık bir çek yazmıştır Antoine’a. Oysa bu yatırımını söyleyememiştir de kimseye. Bir sosyalist olarak, böyle bir birikim edinmiş ve bütün birikimini daha çok kazanacağı bir yatırıma tahvil etmiş olmayı yeterince onur kırıcı bulmuştur çünkü. Tabii bu da, aslında Martial Kermeur’ün sosyalizmle ilişkisini göstermesi açıdan çarpıcı. Onun “kirlenmemiş” sosyalizm idealinde “deniz manzaralı dördüncü katta” oturan kimse yok. Ama böyle bir şey olabileceğinin ihtimali bile aklının başından gitmesine yol açabiliyor. Martial, kendi idealini ilk fırsatta tekmeleyip burjuva yaşamına adım atmak istiyor. Oysa, arzu ettiği piyango vurmuyor ona, üretime dayanmayan, sadece rant üstünden bir gelir beklentisi “sosyal mobilizasyona” imkân sunmadığı gibi, peşi sıra ölümleri, intiharları, yıkımları, dağılan aileleri, cinayetleri getiriyor.
Bu olaylar sırasında, Martial Kermeur, karısı France’tan da boşanıyor. Kadının adı ilginç, France, Fransa demek. Ben bunu Mitterand döneminin bitişiyle yerine gelenlere duyulan öfke olarak okuyorum. Yani, Mitterand dönemi ülkeye özgürlük getirirken, liberal ekonominin paylaşımını da daha sosyal devlet yolunda düzenlemeye çalıştı -“hakça paylaşım”. Ama bugün, Fransa’nın yöneticileri deyince aklımıza ilk gelenler, işte Chirac, Sarkozy, Macron, baba-kız Le Penler, asla bir Mitterand olamıyor. Viel, bunu da “Fransa’dan boşanmak” gibi bir metaforla anlatmayı tercih etmiş.
Mahkemede, Brest’in belediye başkanı Martial Le Goff’un da intihar ettiğini öğreniyoruz. Le Goff, belediyenin bütün parasını bu projeye yatırmış -Martial Kermeur’ün on katı, bütçenin tamamı. Antoine, Brest’te bir Martial’in ölümüne sebep olurken, bir tesadüf eseri, kendisini öldüren Brestlinin adı da Martial. Bu fasit daireyi iki türlü okumak mümkün sanıyorum: Birincisi, daha ahlaki bir yerden yaklaşıp “men dakka dukka” diyebiliriz. Ama bu olayı, Mitterand döneminin bitişiyle ilişkilendirmeyi ben daha doğru buluyorum. Ahlaki bir kaygıdan çok, belli ölçüde o olmakla beraber, kaçan fırsata yakılan bir ağıt. İşte bizim boğazımıza basarsanız, bir noktada patlamaların yaşanması kaçınılmazdır, demek istediğini düşünüyorum. Üretim olmadan, sadece rant üstünden bir ekonominin ilerlemesi mümkün değildir çünkü. Brest’te yapılan oydu, Brest’i dünyanın en popüler tatil beldelerinden biri yapacaktı Antoine Lazanec ama bunu hangi parayla, hangi kaynakla yapacağını, insanları oraya nasıl çekeceğini söylememişti, o illüzyon içinde kimse de sormamıştı ona. Brest’in ekonomisi böylesi basit bir dolandırıcılık hikâyesini bile kaldıramadı. Ekonomik çöküş, Başkan Le Goff’un intiharını getirdi. Bugünden geriye, biraz daha genellemeci bir yorum yaparak, geçen sene Paris sokaklarını kasıp kavuran Sarı Yelekliler hareketini de bu çerçevenin içine yerleştirebiliriz belki. Yazının başındaki soruya geri dönelim. Antoine’ı öldüren Martial suçlu mu? Bu bizi ister istemez suçun tanımını yapmaya yöneltiyor. Ama biraz daha derinlemesine düşününce, profesyonel bir dolandırıcı olan Antoine’ı da dolandırıcı olmaya itenin -yönelten, teşvik eden, mecbur bırakanın- gene aynı toplum olduğunu söyleyebiliriz. Bu durumda kendimizi “suç yoktur,” ya da “bütün toplum suçludur, dolayısıyla hepimiz suçluyuz,” derken, hayli nihilist yorumu yaparken bulabiliriz.
Bu da kesin cevabı olmayan sorulardan biri şüphesiz. İnsanın bilinmezliklerinden biri. Aynı şartlar altında biri bir cinayeti gözü kapalı işleyebilecekken bir başkası işlemeyebiliyor. Ama doğrudan “suçlu, suçu işleyen kişiden başkası değildir,” demek de, son analizde, edebiyatın varlığına aykırı geliyor bana. Edebiyat, insanı anlamaya çalışmak için var. Tanguy Viel, kısacık romanında bizi suç hakkında hayli kafa yormaya sevk ediyor.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.