Sonlar, varılan hedefi olmasa da, bir bitişi ve tükenişi çağrıştırır çoğu kez. Ama öyle sonlar vardır ki, yeni bir sürecin, yeni bir dünyanın başlangıcıdır. Sonuncu, böyle bir tersinleme zemini üzerinde gelişiyor. Sonuncu’da, yaşamı yöneten kurum ve anlayışların formatlarıyla oynayan Tahsin Yücel, gündelik yaşamın erezyonuyla ayna tuttutuğu düşün dünyasının arka planıyla ilgili bir hayli sır vermiş. Tabii, bundan okuyucusunu entelektüel dünyanın sırlarına vakıf ettiği anlamı çıkarılmasın. Baskın olan kültürel yaşamın uzantısında, edebiyat ve medya dünyasına dokunmuş Yücel. Yazarın kitaba hakim olan ironik anlatımı göz önünde bulundurulursa, bir hayli de gülünç olanın yer yer öne çıkıp, şimdiye dokunması dikkat çekmiş.
Bir yapıtın ortaya çıkma serüveninin uzun bir takibi olan Sonuncu, tam da bu uzun takibe odaklanmada buluyor anlamını. Zira söz konusu takip, çevresinde, önünde, arkasında gelişen olayları göstermekle kalmayıp, en can alıcı durumlar karşısında okuyucusunun dikkatine uyarılarda bulunuyor. Okuyucusunu oldukça durağan bir atmosferle karşılaştararak, asıl ivmeyi ve hareketliliği aralara, derinlere saklayan Yücel, her başlattığı sürecin sonunu gerçek olana teslim etmiş. Bu anlamda, okuyucusunu da kitaptan bağımsız olarak bir arayış içine soktuğunu söyleyebiliriz. Kitapta başlayan arayışın sonlanmayıp, zihinlerde devam etmesini, Sonuncu’nun artı teması olduğuna vurgu yapmakta yarar var.
Sorbonne’da okumuş ve orada doktora yapmış Selami Harici’nin Serencam adlı bir kitap yazmaya başlamasıyla gelişecektir olaylar. Selami Harici, İstanbul’un köklü ailelerinden biri olarak da Türkiye’ye özgü burjuvazi hakkında bilgi verecektir bize. Başlangıçta, Selami’nin karısı Zarife ve dört çocuğu etrafında gelişen olaylar, ilerleyen aşamalarda ailenin gelişmesiyle boyutlanacaktır. Selami Harici, Serencam’ı yazmaya karar verdiğinde henüz gençtir. Yazmak için evin çatı katını tercih etmiştir. Onun, bir ayin gibi her gün yazmak için çatı katına kapandığına, yılların geçtiğine, çocuklarının büyüdüğüne, karısının ve kendisinin yaşlandığına tanık oluruz. Ama Selami Harici, henüz ortaya bir yapıt çıkaramamıştır. Aileleden kalan mal varlıkları, yalılar, konaklar sayesinde refah bir hayat süren Harici ailesinin çocukları ise ayrı telden çalmaktadır.
Gittikçe çirkinleşen yaşam...
Her ne kadar Selami Harici, mirasyedi olsa da, bir söz söyleme, hayatı anlamlı kılma çabası kayda değerdir. Harici’nin çocukları ise -en küçü oğlu hariç-, bencil, muhteris, alabildiğine ruh sefaletinde kaybolmuş bireyler olarak çıkarlar karşımıza. Çıkarları için, babaları başta olmak üzere, annelerini de harcamaktan çekinmezler. Tam da burada, söz konusu insan yapılanmasına, burjuva dünyasına, kapitalizmin düşünsel-ruhsal çıkmazına bir hayli gönderme yaptığını görürüz Yücel’in. Birinci tekil şahıs olarak, olumlu karakterlerin anlatımları üzerinden izleriz olan biteni. “Aceleci değillerdi, ama şimdiden bir şeyler koparmak için de ellerinden geleni yapıyorlardı. Bizimkinin o gün de kendisi, eşi ya da çocukları için yüklü bir para istemeye geldiğinden hiç kuşkum yoktu. Yabancı konuklarını ağırlamak için bile babasından para istediği olurdu... Bu çocuklar Selami’yle benim öz çocuklarımızda. Kendi bedenimden çıktıklarına göre, hiçbir biçimde kuşku duymazdım bundan. Gene de öyle zamanlar olurdu ki benim çocuklarım olduklarından kuşku duyacağım gelirdi. Konuyu Selami’ye de açardım arada bir. Onun tek bir yanıtı vardı: ‘Bizim çocuklarımız oldukları kadar toplumun çocukları onlar, şu içinde yaşamakta olduğumuz toplumun’ derdi. Ne demek istediğini anlardım elbette. Ama toplumumuza haksızlık ettiğini düşünmekten de kendimi alamazdım. Doğrusu hiç bir toplum bu denli dönüştüremezdi üyelerini, daha güçlü, daha etkin birşeyler olmalıydı bu işin içinde. Ama ne? Çok aradıysam da bulamamıştım bir türlü.”
Selami Harici’nin aile bireyleriyle dış gerçeklik arasında giderek oluşan bağlantı, bir toplum gerçeğiyle birlikte tam da onun uzantısı medya ve edebiyat dünyasını çıkaracaktır karşımıza. Zira kitap bitmiş, Selami Harici’de ölmüştür. Olaylar seyir değiştirerek daha geniş bir alana açılacaktır. Kitabın basılması aşamasında, tek tek dolaşılan yayınevleri, bir esere biçilen değer ve kriterler, bilgi tüketicisinin profili gibi daha nice durum ve olgular girecektir işin içine. Her ne kadar bütün mesele Serencam, adıyla bazı çevrelerin “başyapıt” olarak değerlendikleri Selami Harici’nin kitabı olsa da, söz konusu kitaptan elde edilecek yararlardır.
Başkalarının izlekleri...
Tam da bu bakış açısı ve çaba, içinde yaşadığımız şimdinin dünyasının gerçekliğini ele verecektir. “Ne olursa olsun yaşam gittikçe çirkinleşerek sürüyor, Selami Harici beyin yapıtıysa, gerek ülke içinde, gerekse ülke dışında bayağı geniş bir meraklı kitlesi için biçimden biçime giren bir söylen olup çıkıyordu... Ama bizim yazın ve düşün evrenimize biraz yakından bakınca, bu iyi niyetli savın tam tersini savunmak da olanaklıydı. Şu günlerde eriştiği saygınlığı bile yitirirdi belki kitap. Özgünlüğü aykırı ve tehlikeli bulunabilirdi, eleştirmenler de alıştıklarına hiç mi hiç benzemiyor, bildiklerini yinelemiyor diye yerden yere vurabilirlerdi zavallıyı. Öte yandan, çok satılan kitapların gereğince okunup anlaşıldığını kim ileri sürebilirdi? Okunması, okuyanlarının sayısının milyonları bulması kitabın içkin değerinde neyi değiştirirdi? Bir kitabın okunması çok mu önemliydi ayrıca? Daha da önemlisi, bir kitabın çok satılmasının içinin boş olmasından kaynaklanmadığını kim söyleyebilirdi?”
Kitapta kendini hissettiren felsefi arka planla birlikte at başı giden yeni bir şey yaratma-yaratamama ikilemi de ağır basacaktır. Söz konusu ikilemde, var olanların tekrarının yeni bir yaratı gibi sunulmasının ince eleştirisiyle karşılaşırız. “Çevremize şöyle alıcı bir gözle bakacak olursak görürdük: ortalık başkalarının düşüncelerini, başkalarının izleklerini, başkalarının biçemlerini yineleyerek en azından ün ve kazanç açısından onları gölgede bırakan cambazlarla doluydu... Doğada hiçbir şey yok olmaz, hiçbir şey yaratılamaz, her şey dönüşür’ demişti. Selami Harici bey de bir anlamda bunun somut bir örneğini vermek istemişti bize. Platon’un, Marx’ın ve daha nice büyük düşünür ve sanatçının birbirinden farklı parçalarının yirminci yüzyıl Türkiye’sinde birer köşe yazısına dönüşebilmesi de bunu kanıtlamıyor muydu bir yerde? Ayrıca, böyle bir dönüşümün Türkiye’de, bu köşe yazıları cennetinde gerçekleşmiş olması da yeterince anlamlı değil miydi?”
Kitabın arka planında beslenen felsefi özlerden hareketle, bir tür arama ve bulma çabasına bir cevapla bitirelim, “bulduğumuz zaman, aradığımızı bulmuş olacağız.”
Yeni yorum gönder