Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Arta kalanlar



Toplam oy: 610
Horacio Qurioga // Çev. Bülent Kale
Notos Kitap
Aşk, Delilik ve Ölüm Öyküleri bu haliyle okura bir yandan kurmacanın keyfini, bir yandan da kuramsal bir zenginlik sunuyor.

Latin Amerika’nın Poe’su olarak bilinen, kısa öykünün büyük isimlerinden Uruguay asıllı Horacio Quiroga’nın 1917 tarihli Aşk, Delilik ve Ölüm Öyküleri, ilk kez Türkçeye çevrilmiş oldu. Quiroga’yı bizimle tanıştıran bu ilk kitap, yazarın kendi seçkisi olması açısından ayrı bir kıymete sahip. Ölüm, çaresizlik, hastalık, ayrılık, pişmanlık, delilik gibi pek de kolay olmayan temalar etrafında dolanan öyküler, konuların karakterler üzerinde yarattığı yüksek duygulara tezat oldukça basit, çıplak, neredeyse naif bir dille kaleme alınmış. Bu süssüz ve sakin tavır da onlara ziyadesiyle vurucu, soğuk bir karakter kazandırmış ki bence güçlerini de buradan alıyorlar.


Quiroga’nın metni ve karakteriyle arasında koruduğu bir mesafe var. Bütün öykülerde söz konusu olan bu özellik, arkasında yoğun duyguların ve tutkuların varlığını sürdürdüğü, keskin bir zekanın dokunuşunu her fırsatta hissettiren soğukkanlı bir yazar tavrının ürünü. Okuduğunuz her öyküde olan bitenin keskin gerçekliği karşısında yer yer rahatsızlık duygusuyla baş başa kalırken, yazarın hiçbir duyguyu köpürtmeden size en rafine haliyle geçirmesine şaşırmamak elde değil.

 

 

Peşini bırakmayan trajedi


Bir yazarın geride bıraktığı eserler ile bizzat yaşadığı hayat arasındaki ilişki, edebiyatın en çok meşgul edilen alanlarından biri olsa gerek. Kurgu da olsa bir metnin yazarı ile ayrı tutulması pek kolay bir şey değil. Elimdeki kitap yazarın yaşam öyküsüne yer verince, biraz da internet okuması yapınca ilk kez tanışıp en çok sakin ama güçlü diline hayran olduğum öykülerin mayasında Quiroga’nın gerçek yaşamı olduğunu gördüm. Elbette bu ikisi arasındaki çizgi sanıldığı kadar düz değil. Öyküler onun yaşamından izler taşısa da hâlâ kurmaca özelliklerini koruyorlar, ancak barındırdıkları yoğun duygular, yazarın zorlu hayatının tortusunu taşıyor. Quiroga’nın edebiyatını detaylı şekilde masaya yatırdığı önsöz niteliğindeki metninde Arjantinli ünlü eleştirmen Abelardo Castillo şöyle diyor: “Kuşkusuz, bir yazarın hayatındaki her olay, ne kadar belirsiz ya da tesadüfi olursa olsun, eserini belli bir açıdan açıklamaya hizmet eder.” Buradan hareketle Quiroga’nın ona hiç insaflı davranmayan hayatını birazcık özetlemek iyi olacak...


Quiroga, 1878’de Uruguay’da doğdu. Öz babası o daha küçükken avdan dönerken yanlışlıkla kendini vurarak öldü. Quiroga astım hastası, ufak tefek, çekingen, kendi halinde bir çocuktu. Annesi bir süre sonra başka biriyle evlendi ve Quiroga kısa zamanda ona çok ısındı. Bu arada başarılı bir öğrenci olarak hayatına devam eden yazar, okul çağlarından itibaren edebiyata ilgi duymaya başladı; arkadaşlarıyla terk edilmiş evlerde buluşup yüksek sesle yazdıkları edebi metinleri okudukları bir edebiyat grubu vardı. Üvey babası geçirdiği kısmi felcin sonunda intihar etti; Quiroga silah sesini duyup gelen ve onu bulan ilk kişiydi. Gençliği boyunca çeşitli mahlaslarla edebiyat dergilerinde yazdı. Bu arada iki kardeşi hummadan öldü. En yakın arkadaşına nasıl silah kullanacağını gösterirken silahın boş olduğunu sanıp onu vurdu ve ölümüne sebep oldu. Hayatı boyunca çok fazla iş değiştirdi, maddi sıkıntıları hiç bitmedi; pedagog, fotoğrafçı, öğretmen, nüfus memuru ve sulh hâkimi olarak çalıştı; bir ara bir pamuk çiftliği kurdu, deneyimsizlik ve kuraklık yüzünden başarısız oldu. Kömür yapımı, portakal damıtıcılığı işlerini denedi. Bu arada yazmaya ve yazdıklarını yayımlamaya devam etti. Öğretmenlik yaptığı dönemde on beş yaşındaki bir öğrencisine âşık oldu ve onunla evlendi. Ailesi için kırsal alanda iki yüz hektarlık bir arazide bir ev yaptırdı. Ancak karısı ormandaki hayat koşullarına uyum sağlayamadı ve zehirleyerek kendini öldürdü. Quiroga yıllar sonra bu evlilikten olma kızının yirmi yaşındaki arkadaşıyla evlendi. İkinci evliliği de zamanla çatırdamaya başladı ve karısı, çocuğuyla birlikte onu terk etti. Bir süre sonra sağlık sorunları baş gösterdi ve yazara kanser teşhisi kondu. Geçirdiği ameliyattan sonra kızını ziyaret edip hastaneye geri döndü ve siyanür alarak intihar etti.


Sanırım bu kadarı, söz konusu öykülerin nasıl bir dünyanın içine doğduklarını, nelerden beslendiklerini ve keskinliklerini neye borçlu olduklarını anlamak için yeterli. Neredeyse bütün hayatı ölüm tarafından tayin edilen bir yazar Quiroga… Eserleri de zaten bugüne kadar hiç bu hayattan bağımsız değerlendirilmemiş biri; zira hayatta peşini bırakmayan trajedi onun sanatına dönüşmüş. Şöyle devam ediyor Castillo önsözde konuyu özetleyerek: “Horacio Quiroga üvey babasının intiharıdır, Misiones ormanlarıdır, en yakın arkadaşının ölümüdür, neredeyse çocuk yaştaki kadınlara ilgisidir ve kendi intiharıdır.”

İyi öykücünün hileleri


Aşk, Delilik ve Ölüm Öyküleri, Horacio Quiroga’nın hayatını ve yazınını derinlemesine inceleyen önsözün ve devamındaki on beş öykünün yanı sıra kapanışta “Öykü Sanatı Üzerine Dört Kısa Deneme” adlı bir bölüm de içeriyor. Bu bölümde Quiroga’nın öykü türü hakkında yazdığı meşhur dört denemesi yer alıyor. Öykünün bir edebi tür yeniden gündeme geldiği, “moda” olduğu ve edebiyat tartışmalarında kendine yer bulduğu bir dönemde bir sürü soruya cevap verdiği kadar bir sürü yeni soru da sorduran bu dört deneme, en az öykülerin kendisi kadar değerli. İyi öykücü için on emir ya da iyi öykücünün hileleri de dahil olmak üzere özellikle yazmak üzerine kafa yoran ve içsel motivasyonuyla yöntem arasında kaybolmuş kişilere çok şey söyleyecektir. Cortázar, Borges ve Márquez’in yirminci yüzyıl başındaki öncülü sayılan, tüm zamanların en iyi öykücüleri arasında gösterilen bir yazarın öykülerini okumak, ardından onun gözünden belli bir türe bakmak, ders niteliğindeki sözlerine kulak vermek, iyi bir oyun seyredip sonra kulise girip eserin yaratıcılarıyla konuşmak gibi… Aşk, Delilik ve Ölüm Öyküleri bu haliyle okura bir yandan kurmacanın keyfini, bir yandan da -otuz sayfalık önsözü ve sonundaki dört deneme vasıtasıyla- kuramsal bir zenginlik sunuyor.


Yazımı Abelardo Castillo’nun sözleriyle bitireceğim: “Quiroga gerçekten de yalnızca hikâyeler anlatıyordu. Tıpkı Poe ya da Borges, Salinger ya da Rulfo gibi, hayatının bir ânında şu küçük gerçeği keşfetti: Öykü yazmak, unutulmaz bir hikâyeyi mümkün olan tek yolla anlatma sanatıdır.”

 

 

 


 

 

 

Görsel: Akif Kaynar

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.