Hiç bir adlandırmaya sığamayacak kadar yıkıcı olan savaş gerçeğini, isimlendirip, indirgeyerek onu yok saymayla ilgili güçlü bir anlama sahip Filistin Sabahları. Zira insanın değerini yeniden gözden geçirip, o değere tüm derinliğiyle sahip çıkma gibi önemli bir görev yüklüyor okuyucusuna. Susan Abulhawa, dünyanın gözü önünde uzun zamandır güncelliğini hiç yitirmeden devam eden, Filistin gerçeğine odaklanmış kitabında. Üstelik, odaklandığı yerden Filistin’i de aşarak, ‘savaş’ denen illetin hiç de öyle barış antlaşmalarıyla, iyimser yaklaşımlarla üstesinden gelinemeyeceğini, formüle edilmiş diplomatik sözcüklerle insanlığın başından zamanla def edilecek bir bela olmadığını söylememiş sadece; onun, temelinde önemli nedenleri saklayan nasıl bir yapısal bataklık olduğunu da açığa çıkartmış.
Kendisi de Filistinli olup, 1967 Savaşı’nda mülteci olan bir aileden gelen Amerikalı yazar Susan Abulhawa, işgal altındaki Doğu Kudüs, Kuveyt ve Ürdün’de geçen yaşamından güçlü izler bulunduğu kitabında, Filistin toplumunu anlatıyor. Ama ne yazık ki, söz konusu toplum bir dehşet tablosu olarak çıkıyor karşımıza. Söz konusu halk, bombaların, tecavüzlerin, toplu katlıamların ardından gösteriyor yüzünü. Her yok edilişinin peşinden yeniden var olmaya çalışan yaşamları izlediğimiz kitapta, savaş denilen şeyin hiç de dillerde kolayca telaffuz edildiği gibi basit bir şey olmadığını, söz konusu sözcüğü her ağza aldığımızda ise, ağırlığını taşıyamayacağımız gibi; yok edilmiş yaşamları, aşkları, umutları da dile getirdiğimizin farkına varmamız gerektiğini söylüyor.
Tarihsel bir çizgiyi takip ediyor kitabında Abulhawa. Tanıştırdığı karakterler, anlattığı mekanlarla eş zamanlı bir şekilde yer değiştirerek ilerliyor. 1941 yıllarında, Ayn Hod Köyü’nün sakinleriyle birlikte, köyün kurucu köklü ailelerinden gelen Yahya Muhammed Abulheja, karısı Besime, oğulları Hasan ve Derviş’le tanıştığımız kitapta, pastoral bir tablo çıkarıyor önce karşımıza. Zeytin ağaçlarının, incirlerin, güneşin ve huzurun şekillendirdiği bir atmosferde, Yahya Muhammed ve ailesinin -köyün diğer sakinlerini de temsilen- günlük, sıradan yaşamını izleriz. Söz konusu yaşam, tüm kültürel özellikleriyle, alışkanlıklar, çalışma ve ritüellerle akıp gitmektedir. Bu arada, ailesinin üzerine titreyen Besime’ye, evlenme çağına gelmiş iki oğlunun aşklarına tanık oluruz. İki kardeş de Bedevi kızı Dalya’ya aşıktır. Ama kardeşlerden küçüğü olan Hasan, abisinden önce davranarak Dalya’yla evlenmeyi başarır. Tüm gelişmeleri artık Dalya ve Hasan’ın kurduğu birliktelik üzerinden izlemeye başlarız.
Kendi topraklarında mülteci olmak...
Zira tarihsel çizgi, Yahya Muhammed ailesinin, ikinci kuşak ve üçüncü kuşak yaşamına denk gelen bir hızla ilerleyecektir. Dalya ve Hasan daha evlenmeden ortam bulanmaya başlamıştır zaten. Sonra da, İsrail askerleri tarafından ardı ardına sükün eden saldırılarına tanık oluruz. Yahya Hasan ailesinin çocukları, Yusuf, İsmail ve Amal bu saldırı ortamlarında dünyaya gelirler. Onların büyüme süreçleri de büyük trajedilerin gitgide fazlalaşarak ilerlediği dönemlerdir. “Canlı canlı gömülen tarihiyle birlikte Filistin’de 1948 yılı takvimden çıkarılıp sürgüne yollandı; günler, aylar, yıllar birer birer geçmez oldu ve tarihin tek bir anı, sonsuz bir sis gibi her yeri kapladı. O yılın on iki ayı, kendilerini durmaksızın, yeni baştan sıraya koyarak Filistin’in kalbinde dönüp durdular. Ayn Hod’un ihtiyarları kampta birer mülteci olarak öldüler ve ölürken mirasçılarına atalarından kalma evlerin koskocaman demir anahtarlarını, Osmanlı’dan kalma, kurumuş yapraklar gibi ufalanan arazi ruhsatlarını ve İngiliz mandasından kalma tapuları, hatıraları ile topraklarına duydukları sevgiyi ve kırk neslin yavuz hırsızın tutsak ettiği ruhunu terk etmeme gözüpekliğini ve kararlığnı bıraktılar.”
Ağırlıklı olarak bir anlatıcı eşliğinde takip ettiğimiz kitap, zaman zaman birinci kişilerin yaşadıklarını, tanık olduklarını anlatmalarıyla bütünleşir. Olayları, tanıştığımız tüm unsurların ve karakterin yaşamlarıyla iç içe geçmiş bir bütünlükte izlemekle kalmayıp, ruhsal süreçleriyle birlikte takip ederiz. Yaşananların keskin dönemeçlerine karşılık gelen hisler, şoklar, travmalar, tüm duygu ve düşünceleri de içererek; savaşın, şiddetin biçimlendirdiği insan gerçeğini çıkarır karşımıza. Özgül gerçeğin ve onun yarattığı koşulların önemini göz ardı etmeden söz konusu şartlarda biçimlenen insan yapısıyla ilgili evrensel, bütünlüklü bir tablo oluşturur yazar. Kendi topraklarından kovulan bir toplum vardır karşımızda. Nazi vahşetinden arta kalanlar aynı vahşete rahmet okutacak davranışı Filistin halkı üzerinde uygulamaya başlamıştır.
“Nasıl ki 1948 istilası Hasan’ı belirsiz bir kaderin insafına bırakmıştı, İsrail’in 1967’deki saldırıları ve bunları takiben Batı Kıyısı’nın işgal edilişi de Yusuf’a aynı şeyi yaptı. İsrail işgali Yusuf’un boğazına sıkı sıkı yapışmıştı, bırakmıyordu onu. Hayatları askerler tarafından keyfi bir şekilde yönetiliyordu. Kimin geçip kimin geçmeyeceğine onlar karar veriyorlardı, belirlenmiş bir protokol yoktu. Kimin tokatlanacağını, kini tokatlanmayacağını paşa gönülleri biliyordu. Kimin soyunmaya zorlanacağı ya da kimin zorlanmayacağı- bütün bu kararlar oracıkta, o an veriliyordu.”
Kadınlarından, kızlarından, kızkardeşlerinden...
Sosyal, siyasal, kültürel süreç bilgisinin, bir toplumu özgül kılan kendine has ruhsal davranışların, geleneklerin anlatıma içerildiği kitapta; duygusal süreçlerin erkek ve kadın bireylere has şekillenmelerini ve dışavurumlarını görürüz. Anlatımında, kadının iki kez “mazlum” oluşunu açığa çıkarmayı ihmal etmeyen Abulhawa, bütün bir kitap boyunca önemli ayrıntıların altını çizmeye de özen gösterir. “Sonraki altı ay boyunca Yusuf, işkenceye ve bedeninin hemen hemen her parçasında izler bırakan dayaklara maruz kalmıştı. Kadınların ve öğrencilerinin önünde soyunmak zorunda bırakılmış, Yusuf dizlerinin üzerinde çökmediği takdirde oradaki küçük oğlan çocuklarından birisini dövmekle tehdit eden bir askerin ayaklarını öpmüştü. Erkeklerin hemeh hepsi bu tür muamelelere maruz kalmışlardı. Çoğu sakatlanmıştı. Ve çoğu utançlarının hıncını karılarından, kız kardeşlerinden ve kızlarından çıkarıyorlardı.”
Bugünün Filistin’ini, dünden (1941) itibaren izlediğimiz kitapta, bugünkü Filistin gerçeğine daha net varırız. Zaten yazar da, izlediği hat doğrultusunda, ikibinlere kadar gelecektir. Orayla (Filistin) ilgili bölük pörçük biriktirdiğimiz izlenimler, seyrettiğimiz görüntüler, yaşadığımız hassasiyetler, canlı, yaşamsal bir öze bürünecektir. Ariel Şaron, Yaser Arafat, BM, İntifada ve intihar bombacıları; Filistin-İsrail olgusunun en temel sesleri olarak kulağımaza ulaşırken, İntifada ve intihar eylemi arasındaki evrime yönelik özel dikkat ister bizden. Özellikle intihar eyleminin özünde yatan çaresizlik önemlidir.
Filistin halkına yapılan ‘haksızlık’ ve ‘vahşet’in elle tutulurcasına belirgin hale gelmesi sonucu açığa çıkan evrensel tepkiyi dile getirmemize gerek yok. Artık sürekli tekrarlanan bir vahşete kimin maruz kaldığından çok, maruz kalmak önemli olacaktır.
Abulhawa’nın kitabında oluşturduğu izlek, aynı zamanda okuyucunun belleğine yapılan küçük bir kazı niteliğinde. Zira yazar, söz konusu yaraya şöyle ya da böyle, iyi yada kötü dokunan her eli tutmuş, böylelikle de sesini çoğaltmış. Halil Cibran dizeleri tüm dünya insanlarıyla buluşurken, önemli dönüm noktalarını haber veren gazete haberleri, BM, küreselleşme onun yanıbaşında yer almış.
Filistin Sabahları’yla, küresel söylemin çizdiği savaş tablosunun karşısına geçtiğimizi, tüm resmi söylemlerin saptırıcı yörüngelerinin dışına çıktığımızı, böylelikle de, doğru bilginin kaynağına yaklaştığımızı söylemeye gerek yok. Tüm bunlarla birlikte, 1970’lerin Türkiye’li devrimcilerini de getiriyor akla kitap. Filistinliler’in yanında, -onlara destek olmak için- yer almış Türkiye’li devrimcilerin adı kitapta geçmiyor elbette. Ama, yazarın Halil Cibran’ın dizeleriyle merhem sürdüğü Filistin yarasını, biz de neden 70’lerde oralara giden gerçek insanların umut veren tutumlarıyla katlanılır kılmayalım.
Yeni yorum gönder