Var olmayan bir cennette doğup, yaşayıp, ölebilir mi ya da öldürülebilir mi insan? Mümkün, bunların hepsi mümkün. Eğer Türkiye'nin doğusundaysanız, yok sayılmış ve zamanla unutulmuşsanız, sizin için sadece askerler ve devlet adamları tüm planları yapmışsa, sizin topraklarınız insanların yaşamayı değil, hep göçmeyi hayal ettiği yer olmuşsa... Yavuz Ekinci'nin, sokaklarında gece adamlarının dolaştığı bir yer olan Mışrita'dan başlayan hikayesi de işte bunun mümkün olabileceğinin ispatı. Cennetin Kayıp Toprakları, yerinden yurdundan edilen, kimliği unutturulan insanların kutsal bir kaynaktan önümüze akması gibi. Babaların, oğulların ve torunların hikayesi olduğu kadar, bir dönemin, bir travmanın kendi ağzından yazılmış açık mektubu.
Tüm metin boyunca okurun cennetle ilişkisini koparmayan kitap, 'Üzüm', 'Nar' ve 'İncir' olarak üç bölüme ayrılıyor. Üçü de pekmez gibi yoğun, üçü de pekmez gibi tatlı tatlı akıyor ama genizde keskin bir yanma hissi bırakıyor. Bunlar aynı zamanda Kuran'da ismi geçen üç kutsal meyve olması bakımından da manidar. Yani üçünün de yaratan katında bir marifeti, bir yeri var. Tıpkı her bölümün içinde yaşanan hikayenin ve o hikayelerde adı geçen, geçmeyen tüm insanların olduğu gibi. Ancak asıl meziyet yazara ait. Ekinci'nin edebiyatı boğazımızdan aşağı ılık ılık akan, kıvamlı, usta elinden çıkma bin yıllık kadim bir içeceği anımsatıyor. O tat geçmiyor ve sonunda bir yumru olup gövdenizde, zihninizde dolaşmaya başlıyor. Bu yumrunun kendi aklı, kendi bilinci ve soruları var, soruyor: Sen aslında kimsin, gerçek adın ne, annenin anadili ne, ne kadar adil davrandın kendine ve bu memleketin tüm insanlarına... Bu sorulara yanıt ararken sona eren romanın kapağına konmuş nar üzerindeki kesik sizin kalbinizin üzerine gelip yerleşiyor. Artık bu yarayla yaşayacaksınız, hazırlıklı olun.
Üç kuşak üzerinden Kürt meselesi
Cennetin Kayıp Toprakları'nda dede, oğul ve torun üçgeninde Türkiye'de Kürt kimliğinin okumasını yapmak da mümkün. Dede, evlat katili olmamak için Allah'a dualar eden, oğlunun yeterince erkek olamamasından ve ailesi üzerinde hakimiyet kuramamasından yakınan biri. Öfkesinin temelinde oğlu Mirza'nın, büyük torunu Ebubekir'in dağa çıkmasını engelleyememiş olması yatıyor. Bütün söylemlerini bunun üzerinden kuruyor, bunu oğlundan utanç duymasına sebep gösteriyor. Açık açık söylemiyor ama o bu dünyadaki cennetin mümkün olamayacağından bir şekilde emin olmuş, Allah katındaki cennete ulaşmayı bekliyor. Dünyanın bir ağaç gölgesi ona göre, bizim er geç o ağaca ulaşmamız gerek. Oğul Mirza ise daha en başından beri sevgi ve şefkat sözleri yerine 'Ermeni dölü', 'Ermeni piçi' nidaları ile büyümüş, sonunda büyük oğlu Ebubekir'in cenneti kucaklayıp getirme inancı ile dağa çıkmasına engel olamamış, belki de olmamış bir adam. Eksik erkekliğini dağlara çıkan Ebubekir ile tamamlamış belki de. Kürt kimliği, Ermeni kimliği arasında kan kusan bir adam. Aslında bir roman kahramanı olamayacak kadar gerçek. Torun Rüstem ise yeri geldiğinde babasına kalkan ele küfürler ederek cesaretini gösteren ama en çok da yaşadığı yer Mışrita, Ermenilikten dönen babaannesi Hatice, dağa çıkan abisi Ebubekir ve top oynadıkları sahaya “iyiliğiniz için” diye mayın döşeyen askerler üzerinden dünyayı algılamaya çalışan bir çocuk. Hayatla ilgili kararlar alması ve hepsinden önce bir fikir edinmesi için elindekiler bunlar. Sahi siz olsanız ne düşünürdünüz?
Ekinci'nin edebiyatını güçlendiren bir özellik de coğrafyayı ve kültürü iyi tanıması, ayrıntılara hakim olması. Bu ayrıntıların sizi çıkaracağı bir yolculukta yazar önünüze iki seçenek koyuyor. Ya kendi köklerinizden yeniden doğacak ve yeşereceksiniz ya da o kökler ayağınıza, elinize ve nihayet boğazınıza dolanacak. Korkmayın, bu yolda size Ekinci'nin kahramanları bütün insanlıklarıyla eşlik edecek. Hem keçilerine toplum olarak sahip çıkamayıp kaçırmış bir ülkede, Mirza'nın güttüğü sürüden altmış beş keçiyi kaybetmesi çok mu? Ya da cebi buğdayla dolu bir çocuğa ölen abisinin kimliğinin verilmesi sizi şaşırtır mı? Asıl adı Almast olan, bir gecede hem ailesinden, hem sevdiğinden hem de adından, yani varlığından koparılan kadına Hatice adının konması ve o geceden itibaren Hatice'nin hayatını yaşaması bir tesadüf mü? Ondan geriye kalan tüm Ermenilerin öldürülüp bir dut ağacı altındaki kuyuya atılması çok mu imkansız?
Bu topraklarda Ermeniler ve Kürtlerle, Türkler'in travmaları ortak. Cennetin Kayıp Toprakları'nda bunu bir kez daha anlıyoruz. Üstelik hiçbiri bir diğeri üzerinde hakim güç değil aslında. Yine de korku çok. Yıllarca asimile edilen, kökleri unutturulmaya çalışılan, belki bugün değil ama bir gün dillerine, kültürlerine ve kimliklerine sahip çıktıkları için teşekkür edilecek bu insanların hikayelerini anlatmaya kimse yanaşmıyor. Bugün taraf olmaktan imtina eden, roman yazmayı böyle bir acı hiç yaşanmamış, yaşanmaya devam etmiyormuş gibi değinmeden sürdüren günümüz yazarları bu körlüğün bedelini nasıl ödeyecekler bilmiyorum. Edebiyatçı bakıp da gören kişi değil ki sadece, görmediğinden de şüphe edendir. Bunun üzerine kurgusunu yapıp, eserini oluşturandır. Ekinci'nin kitabı bu anlamda modern çağın yazarları için emsal teşkil ediyor. Bütün yaptığı ise meselenin kalbine kulağını dayayıp, duyduğunu yazması.
Şimdi sayın okuyucular, izin verirseniz dostum Yavuz'la baş başa konuşmak istiyorum. Ben bir ağaç buldum, gel altında oturalım birlikte. Oturup anlatalım. Mirza'nın yerine bu memleketin önyargılarına, üslupsuzluğuna, yol-yordam bilmez ayrımcı ruhuna geçiriyorum yağlı ipi ve ikinci defa düşünmeden tekmeliyorum ayakları altındaki helkeyi. Mirza'ya kendi cennetinin özgür topraklarında mutlu bir hayat düşlüyorum. Bir ağacın altında, o ağacın kendisi olmadan.
Yeni yorum gönder