Başka yerde nefes aldı hep
Göründüğü yerde olmadığını biliyordu Asaf Hâlet. Nerede olduğunu söylemek ise kolay değildi; “başka yer” deyip susuyordu. O şifalı sessizlik, sınırları olmayan sisli bir yeri işaret ediyordu. “Başka yer” esrarlı bir varlık alanıydı anıldığında ruhları yatıştıran. Göründüğü yerde olduğunu sananlara hayret ediyordu Çelebi: “bakanlar bana / gövdemi görürler / ben başka yerdeyim”
-Ne görüyorsun?
-Görünmeyeni.
Görünmeyeni görebilmek, bir iç varlıktan haberdar olmayı gerektiriyordu. Yunus’un “Bir ben vardır benden içeri,” dediği bu “iç”in peşinde tamamladı ömrünü Asaf Hâlet. “Ya senin içinde ne var Ferhâd” sorusuyla yüzleştirebilmek için önce “dağın içinde ne var ki”1 diye sordu Ferhâd’a. Dağın içinde güm güm öten neydi? Aşk mı ölüm mü? Öyleyse Nakkaş Ferhâd’a köşkleri değil dağları tezyin etmek düşerdi kazmasıyla. Ta ki Şirin kasrında gözyaşlarına boğulsun, “he’nin iki gözü iki çeşme / âaahhh.” Dağa düşense şaşırmaktı. Bir başka şiirinde Çelebi’nin, kilim kılığına bürünüp konuşuyordu belki: “şaşarım beni işleyene”
Ne zaman dudakları kıpırdasa “iç” dedi Çelebi. “içimdeki mağarada”3; “içimdeki putları devir”4; “ancak bir gün / hayalin gibi seni de / bu aynanın içine alıp / kaybolacağım” 5; “güneş içime vuruyor”6; “kapıyı çalsam / içerden ben çıkacağım / içerden çıkacak beni / ne kadar görmek istiyorum”7; “bu içimin içinde var.”
Şiiri görünmeyende aradı hep
Görünmeyen bir nazımda mesela. Serbest şiir ona göre nazımsızlık değildi. Belli hece kalıplarının gizli nizamını arıyordu o. İçeriği bu kadar zenginleşmiş günümüz şiirini belli kalıplara hapsetmek doğru değildi. Muhtevanın bu kadar çoğaldığı bu günkü şiiri basmakalıp tek şekil tatmin etmez,” diyordu Asaf Hâlet.9 Ona göre vezin ve kafiyenin boyunduruğundan kurtulmaksızın tabii bir şiir oluşturmak mümkün değildi. Şiirde musiki elbette yadsınamazdı ama musikinin vezin ve kafiye dışında ritim ve aliterasyon gibi enstrümanları vardı. “Vezinsiz ve kafiyesiz kelimelerle mükemmel bir musiki yapılabilir,” diyordu Çelebi, “bu mesele ancak bir doz meselesidir, çok ziyade kullanılır ve yerinde yapılmazsa ziyanlı olur.”
Görünmeyen bir manada mesela. Mevlana’nın semâı gibi bir atmosfer işiydi şiir. Kelimelerin manaları bilinmese de -Çelebi’ye göre bu tercihe şayandı- bilinmeyenin esrarıyla kaplardı ruhları. Manalarından soyutlanmış kimi kelimelerle büyü yapmaktaydı şair. Kendi ifadesiyle, güzel hayvanlara benzeyen bu mısralara insan kisvesi giydirmek doğru olmazdı. Hayır, münevverleri şaşırtmak değildi amacı bu yabancı kelimelerle. Doğrusu “bir atmosfer vücuda getirmelerine rağmen manasız da değildi”ler.11 Mevlana’yı örnek alacaktı elbette. “Kafiye nedir üzüm bağının çitten duvarı,” diyen Mevlana “aracı”dan “aşk”a çağırmamış mıydı şairleri. Çelebi, on sekiz yaşında Mevlana, Molla Cami ve Eşrefoğlu Rûmî’nin kapılarını çalarak çıkmıştı şairlik yoluna ve somut bir malzemeyle soyut bir âlem kurmayı düşlemişti şiirde. İlk semaını daha beş yaşında bir çocukken yapan Asaf Hâlet için şaşırtıcı bir durum değildi bu. Yirmi yaşı şiir hayatının dönüm noktası oldu Çelebi’nin. Zira Şeyh Galip’in Hüsn-ü Aşk’ıyla altüst olmuştu. O devinimle önce Mevlana’nın Şemsü’l-Hakayık ismindeki küçük divanına yöneldi, sonra İslam tasavvufu hakkında yazılmış Şark ve Garp eserlerini okumaya başladı.
Yeni diyarların lezzetlerine kanatlandı hep
Egzotik diyarların baharatlarıyla yeni lezzetler katmak istedi şiirine şair. Özge lezzetler içinse yeni dillere ihtiyaç vardı. Üsküdar Ceza Mahkemesi’nde zabıt kâtipliği yaparken Farsçaya, Osmanlı Bankası’nda memur iken Hint Edebiyatı ve tarihine eğildiğini söyleyen Asaf Hâlet, Devlet Denizyolları’nda çalışırken Çin Edebiyatı’nın sarı hummasına tutulduğunu belirtmişti Kemal Sülker’e verdiği bir mülakatta.
Şiirine Sanskritçe, Çince, Arapça, Farsça ve Rumca dil ve kültür baharatları kattı. Bu evrensel karışıma rağmen Kadirî tarikatına mensup babasından aldığı ilim ve irfanla yerli kalmayı başardı Çelebi. Radyo şiirinde “müstemlekelerde / kolonyal şapka giymiş maymunlar / yazılı wiski şişelerini böyle devirir,” diyerek anti emperyalist bir yaklaşım sergiledi. Şiirin sonu şöyle bitiyordu: “yirminci asır diye böbürlenen / alık yarı-münevverler / sigaralarını yakıyor keyifle / permanent saçlı pijamalı rüküş kadınlar / kutudan cızırtı çıkarıyor / Debussy’nin konserini dinledim / antisantimantâllll / bayan ayten alaturka sevmiyor / ezberlemiş geridir diye / içimin sıkıntısı / bütün kutuları kırmak istiyor.”
İçe yönelen şairleri sevdi hep
Haşim’i severdi Çelebi. “O belde”, “O diyar” olmuştu şiirinde. “o diyar ki onda acayipler olur / ve ordaki nigârı / kimse bilmez.”15 Haşim’in melâlini elli milyon yıl öncesine götürdüğünde önce melâl vardı demek ister gibiydi: “50.000.000 sene evvel / ılık bir denizde bir trilobitken / duydum melâli / zaman nedir unutarak.”
Tanpınar’ı severdi Çelebi. O “Ne içindeyim zamanın / ne de büsbütün dışında” derken, Çelebi de “ayna ayna içindedir / nigâr-ı çîn / nigâr-ı çînin içinde / ve zaman zamanın dışında” 16 diyerek eşlik ediyordu ona. Şiirlerinden pek hoşlanmadığını söylese de Necip Fazıl’ın Canım İstanbul şiirindeki “Her akşam camlarında yangın çıkan üsküdar” mısraı Çelebi’nin şiirine, “camları parıldıyor / üsküdar evlerinin / akşamüstleri”17 olarak yansıyordu. Ya da tam tersi.
Yalnız etkilenmedi, etkiledi de Asaf Hâlet. Adımlar şiirinde “bir adım attığım yerde / ne vardı ki / gitmemle kayboldu / her adımımda / sonsuz benler koyuyorum / boşluğa”18 diyerek Behçet Necatigil’in Nilüfer şiirine bir perspektif çizdi belki de: “Ben oraya koymuştum, almışlar, / Arasına sıkışık saatlerin. / Çıkarır bakardım kimseler yokken; / Beni bana gösterecek aynamdı, almışlar.” Öte yandan “harpût / kulaklarını sarkıt” mısraları, İsmet Özel’in “Acının Omuzlanışı” şiirine, “Markuuuut! Torbanı sarkıt,” olarak aksediyordu.
Gün ışığını anlatacak olanı aradı hep
“güneşin ışığını anlatacak olanı arıyorum”19 sözünü duyup da kalemini eline mi almıştı acaba Cahit Sıtkı, “Gün Eksilmesin Penceremden,” şiirini yazarken. Asaf Hâlet, konakta büyümüş bir Beylerbeyi çelebisiydi ve hayat doluydu. Uda meyletmiş Mevlevi şeyhi Remzi Efendi ve Rauf Yekta Bey’den yıllarca musiki ve nota dersi almıştı.20 İyi giyinir, yakasında daima bir çiçek taşırdı. Haldun Taner’e bakılacak olursa çiçek solmasın diye mendil cebinde su dolu küçük bir şişe bile bulundururdu şair.21 Gün ışığı ve çiçek varsa Çelebi’nin imgeleminde bahçeden söz etmesi de kaçınılmazdı. “ben ki zamansız bahçeleri kucakladım / güzeller bende kaldı,”22 derken İbrâhîm şiirinde, Mısr-ı Kadîm’de, “seninle bir bahçedeyiz geliyor bana / orada hem var hem yok gibiyim / daha doğrusu bütün bir bahçe oluyorum,”23 Beddua’da “seni bahçelerimde uyuttum,”24 Sema-ı Mevlâna’da, “güneşli bahçelerde ağaçlar / halakasssemâvâti- vel’ardh”25 Şamandıra Baba’da, “yaramaz kız bahçeye gelecek / benimle oynamıya,”26 Pencereler ve Kapılar’da, “sesler geldi bir yerden / bir bahçeye bahar indi / bahar,”27 diyordu.
İstanbul Türkçesiyle yazdı hep
“annemin dili / babamın dili / İstanbulumun dili / İstanbullumun dili” diye başladığı şiirde, “can dilimi konuşanım / canım benim”28 diyerek muhabbetini gösterdi Türkçe konuşanlara. Aynı şiirde dilde yozlaşmayı şu mısralarla eleştirdi: “rahat bırak beni eşek arım / rahat bırak beni bay kıvırgıç / bayan ividi.” Bu toprakların çocuğuydu Asaf Hâlet Çelebi; söz sırası geldiğinde göğsünü gere gere ifade etti bunu: “Ben bu diyara zembille gelmedim / Ben bu yerlerin çocuğuyum / Burası benim İstanbulum / Bu insanlar benim / Bu gökler benim…”
Bir seslenme hâli vardı şiirlerinde hep
Asaf Hâlet Çelebi, ellerini ağzının iki yanına koyup seslenen bir şairdi. Kâh “ferhâaad” diye bağırıyordu dağlarda, kâh “nûrusiyâaahhh” diye inliyordu bestelerde. “bahtiyâaar” derken sitem vardı sesinde, “mansûuur” derken acı, “doooost” derken umut, “mariyyaaa” derken aşk. Bir kez seslenmeye görsün şair, tabiat dil kesilirdi, dil ve dudak.
Bir mısraıyla hatırlanacak hep
“Ne kadar iyi ressam varsa o kadar da resim yapma tarzı vardır,”30 diyordu Asaf Hâlet Çelebi, şiirine davet ederken. Yadırgasalar da başlangıçta anlamadıkları kelimeleri, seksen küsur şiirinden okurların hafızasında kalan yabancı bir mısra oldu. Sidharta şiirinin bu mısraı bir büyücü tılsımı gibi yankılanıp durdu yazıldığından beri hafızalarda. Lotus çiçeğinin içindeki mücevher gibi parlattı Asaf Hâlet şiirini: “koskoca bir ağaç görüyorum / ufacık bir tohumda / o ne ağaç ne tohum / om mani padme hum (üç kere).”
Asaf Hâlet Çelebi, Bütün Şiirleri, “He” şiiri, YKY, İstanbul 2006, s. 10. 2 A.g.e., “Nedircik Yavruları” şiiri, s. 34. 3 A.g.e., “Mağara” şiiri, s. 11. 4 A.g.e., “İbrâhîm” şiiri, s..12. 5 A.g.e., “Ayna” şiiri, s. 27. 6 A.g.e., “Güneşin Işığı” şiiri, s. 31. 7 A.g.e., “Hırsız” şiiri, s. 49. 8 A.g.e., “Ömer Çocuk” şiiri, s. 63. 9 Yazarın Kuramı - Eserimi Nasıl Yazdım, Derleyen: İshak Reyna, İletişim Yayınları, İstanbul 2010, s. 303. 10 A.g.e., s. 305. 11 A.g.e., s. 304. 12 Bilal Kırımlı, Asaf Halet Çelebi, Şule Yayınları, İstanbul 2000, s. 26. 13 Kemal Sülker, “Gergin Bir Ortamda Asaf Halet’le Söyleşi”, Yaza Edebiyat, S. 1, Mart 1982, s. 69-70. 14 Asaf Hâlet Çelebi, Bütün Şiirleri, “Radyo” şiiri, YKY, İstanbul 2006, s. 77-78. 15 A.g.e., “Nigâr-ı Çin” şiiri, s. 55. 16 A.g.e., “Ayna” şiiri, s. 28. 17 A.g.e., “Camlı Odalardan” şiiri, s. 35. 18 A.g.e., “Adımlar” şiiri, s. s. 43. 19 A.g.e., “Güneşin Işığı” şiiri, s. 31. 20 Bilal Kırımlı, Asaf Halet Çelebi, Şule Yayınları, İstanbul 2000, s. 25. 21 Haldun Taner, Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil, YKY, İstanbul 2016, s. 45-47. 22 Asaf Hâlet Çelebi, Bütün Şiirleri, “İbrâhîm” şiiri, YKY, İstanbul 2006, s. 11. 23 A.g.e., “Mısr-ı Kadîm” şiiri, s. 14. 24 A.g.e., “Beddua” şiiri, s. 24. 25 A.g.e., “Sema-ı Mevlâna” şiiri, s. 39. 26 A.g.e., “Şamandıra Baba” şiiri, s. 56. 27 A.g.e., “Pencereler ve Kapılar” şiiri, s. 86. 28 A.g.e., “İstanbulumun Dili” şiiri, s. 83. 29 A.g.e., “Memleketim” şiiri, s. 82. 30 Yazarın Kuramı - Eserimi Nasıl Yazdım, Derleyen: İshak Reyna, İletişim Yayınları, İstanbul 2010, s. 302. 31 Asaf Hâlet Çelebi, Bütün Şiirleri, “Sidharta” şiiri, YKY, İstanbul 2006, s.
Yeni yorum gönder