Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Aşina Bir Evren: Kaza Süsü



Toplam oy: 151
Eda İşler, hikâye etmeyi seçtiği konular bakımından modernist edebiyatın sınırları içinde geziniyor. Hep kabaca söylendiği şekliyle biz de tekrar edelim: Gündelik hayatın içinde küçük insan hikâyeleri anlatılıyor. İnsanı kahreden küçük üzüntülerin büyük anlatısı karşımıza çıkan.

Kendi anlatı evrenini kuran, hikâyelerini birbirine teyelleyip size aşina bir karakteri başka bir öykünün kıyısından geçiren yazarlara pek meftunum. Bunun nedeni kültürel kodlarımıza kazınan Binbir Gece tarzı anlatılar olabileceği gibi Borges’i pek sevmemize neden olan oyuncu tavır ya da postmodern estetiğin parçalanmış gerçeklik fikri de pekâlâ olabilir. Ne olursa olsun, iç içe geçen hikayelerle hem Türk hem de dünya edebiyatında sıkça karşılaşmaktan pek memnun olduğumu söylemem gerek. Benim için Türk edebiyatında bu tarzın zirve isimleri Tayfun Pirselimoğlu ile İsmail Güzelsoy’dur. Şimdi, Kaza Süsü adlı ilk öykü kitabıyla Eda İşler’in de kalem atını bu vadiye sürdüğünü görüyoruz.

 

Planları bozmak

 

Eda İşler’in ismine ilkin Post Öykü’de denk geldiysem de öyküleri çoğalıp iki kapak arasına girdiğinde müstakil öykülerin bir bağlama oturduğunu, teker teker öykülerin birleşip okura bir evren sunduğunu görmek çok sevindirici bir sürpriz oldu. Bu meyanda Kaza Süsü’nde öne çıkan estetik tercihlere ve müellifin dünyasına bir göz atmakta fayda var. Eda İşler, hikâye etmeyi seçtiği konular bakımından modernist edebiyatın sınırları içinde geziniyor. Hep kabaca söylendiği şekliyle biz de tekrar edelim: gündelik hayatın içinde küçük insan hikayeleri anlatılıyor. İnsanı kahreden küçük üzüntülerin büyük anlatısı karşımıza çıkan. İkiz oğullarından birini doğumda kaybeden babanın bir türlü kendini toparlayamayışı, yaşayan oğlunu da bu hüzne ortak edişi mesela. Birbirini tekrar eden günlerin sıkıcılığından intihar ederek kurtulan bir kadın mesela.

 

Eda İşler o hayatı, o hayatın dayattığı rolleri reddeden, karşı çıkan, direnen, yabansı karakterleri anlatmayı tercih ettiğinde işler daha dikkat çekici bir hal alıyor. Örneğin “Naneli Çay”, köyde ev işlerine mahkûm edilmiş bir kızın, bir gün nasıl olup da tüm planları bozduğunu hikâye ediyor. Varlığını göstermek, “ben de buradayım” diyebilmek için ona dayatılan role keskin bir pasif direnişin öyküsü bu. İnadı ve kararlılığıyla adab-ı muaşeret kanunlarını yerle bir eden bu kızı Türk edebiyatında daha sık görsek keşke. “Tahta” adlı öyküde ise yine bir köydeyiz, akli dengesi yerinde olmayan bir karakterimiz var. İtilip kakılmış, horlanmış, sevilmemiş bir karakter. Biraz Şule Gürbüz’ün Kambur’unu andırıyor. Göğsüne siper, başına yastık ettiği tahtasıyla, birazcık sevgi ve ilgi gördüğü köyün öğretmenini, o sevgi ve ilgi kaybolduğunda tahtasıyla nasıl öldürdüğü hikâye ediliyor. Kitapta en dikkat çeken öykü ise “Bu Ayhan’ı Üçüncü Kaybedişim” adını taşıyor. Kaybettiği oğlu farklı suretlerde karşısına çıkan bir annenin hikayesi, hüzünlü ama muzip, bol oyunlu bir metin. Kitabın sonundaki “Ceket Olayı ve Tanıkların Hikâyesi” adlı metin ise, kitaptaki tüm öyküleri, o öykülerdeki karakterleri derleyip toparlıyor. Kitapta hikâye edilen karakterlerin resmi geçit yaptığı bu öykü ile taşlar yerine oturup o ayrı ayrı duran öyküler tek bir öyküde birleşiyor.

 

Yapılan bir şey olarak öykü

 

Eda İşler’in üslubuna gelecek olursak, anlattığı hikâyeye mesafeyle yaklaşan, objektif bir göz gibi davranan bir sesle yazıyor. Bu sesinin yarattığı hissi, bu sıkıcı hayatı katmerleyen bir unsur olarak görüp yerinde bir estetik tercih olarak değerlendirmek mümkün. Ancak diğer öykülere de sirayet eden bu ses, anlatılan hikâye ne olursa olsun değişmeden kalarak anlatı ile hikâye arasına bir set çekiyor. Bu sesin çektiği set ile inanmaya dünden razı olduğumuz bir hikâyenin içinde değil de, yapılan bir eserin içinde hissediyoruz.

 

50 Kuşağı öyküsünü hatırlayın, onlar da öyküyü anlatılan bir şey olarak değil de yapılan, kurulan bir şey olarak görüyorlardı. Eda İşler de hikâye anlatan biri gibi değil de hikâye yazan biri gibi kuruyor metinlerini. Anlattığı hikayeyle arasına soktuğu mesafeyi özellikle bir öykünün yazılış aşamalarını da içeren postmodern oyuna dayanan öykülerinde çok net biçimde görüyoruz. Bu tercihi anlayabilir ve onaylayabiliriz de. Ancak konusuyla dikkat çeken “Tahta” adlı öykünün köyde yaşayan ve akli dengesi olmayan karakterinin bir şehirli gibi düşünüp yer yer bilgece konuşmasını kurgusal bir hata olarak değil de estetik bir tercih olarak görmek pek mümkün değil.

 

 


 

 

Eda İşler’in öyküleri postmodern estetiğin meşhur “parçalanmış gerçeklik” kavramını anlatmak için biçilmiş kaftan.

 

 


 

 

Parçalanmış gerçeklik

 

İşler, anlattığı hikâyeyi parçalara ayırmayı, o kısa parçalarla öykünün bütününü kurmayı tercih ediyor. Her bir parça öykünün farklı cephelerine tekabül ettiği gibi bu parçalı yapı bütünü farklı yorumlara, imalara açık uçlar haline getiriyor. Öykülerinde sık sık başvurduğu bu yöntem, biraz önce bahsettiğimiz “yapılan bir şey olarak öykü” anlayışıyla da uyum içinde. Bu bakımdan İşler’in öyküleri postmodern estetiğin meşhur “parçalanmış gerçeklik” kavramını anlatmak için biçilmiş kaftan.

 

Başta dile getirdiğimiz noktaya geri dönelim: Eda İşler kitabın sonuna eklediği bir öyküyle, kitaptaki tüm öyküleri birbirine bağlayıp metinler arasında bir akrabalık ihdas ediyor. İnsana kendini evinde, aşina bir evrende, güvende hissettiren bir taktik. Yine de benim için bu aşinalık hissinin zirve isimleri Tayfun Pirselimoğlu ve İsmail Güzelsoy olarak kalmaya devam edecek. Eda İşler’in evrenini nasıl bulduğumuza karar vermek içinse yeni öykülerini okumayı beklemek gerek.

 

 

KAZA SÜSÜ
Eda İşler

DERGÂH YAYINLARI 2019

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.