Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Aşk, casusluk, cinayet ve ihanet; yok yok



Toplam oy: 1183
Ian McEwan
Yapı Kredi Yayınları

Sene 1955, mekân müttefiklerin, esas olarak da Amerikalıların kontrolündeki Batı Berlin. Henüz Berlin Duvarı inşa edilmemiş. Amerikan gizli servisi CIA , İngiliz gizli servisi SIS ile birlikte başlattıkları meşhur "Altın Operasyon"u devreye almak üzereler. Operasyonun amacı Batı Berlin'den kazılacak bir tünel ile Doğu Berlin tarafına geçip, yer altındaki telefon kablolarına çengel atarak Sovyet Karargâhı'nın iletişimini izlemektir.



Mühendislik açısından önemli zorluklar içeren bir projedir bu. Telefon kabloları Doğu Berlin'in yoğun trafiğe sahip bir caddesinin sadece 50 cm kadar altındadır. Tünelin o noktaya kadar götürülmesi (yerin 6 metre altında 450 metrelik bir uzunluk), o noktada yukarı doğru çıkılması, sonra da yapılacak bağlantılarla tünele yerleştirilen onlarca, belki yüzlerce teyp ile kaydedilmesi planlanmıştır. Nitekim tünelin faaliyette olduğu 11 aylık süre içerisinde 50.000 makaraya yarım milyondan fazla görüşme kaydedilecektir. Ayrıca iletişim şifreli olduğu için CIA merkezinde şifrelemeyi kıracak ekipler de devrededir. Ancak daha sonraları Amerikalıların Sovyetlerin şifrelerini kıramadıkları ortaya çıkacaktır.

 

 

 

 

 

Esas olarak Amerikalıların sorumluluğunda olan bu projeye İngilizler de bir anlamda yancı olarak takılırlar. Amerikalılar pek gönüllü olmasalar da siyaseten onların da projede olmalarına müsade ederler, ancak kritik pozisyonlardaki bütün elemanlar CIA'dendir. CIA ve SIS'in projenin ilk toplantısının yapıldığı zamandan itibaren bilmedikleri ve projenin tüm kaderini etkileyen bir durum söz konusudur. Bunu romanın tadını kaçırmamak için burada zikretmiyoruz.

 

İngiliz edebiyatının 2. Dünya Savaşı sonrası en iyi 50 edebiyatçısı arasında sayılan, ülkemizde de tanınan ve sevilen Ian McEwan'ın bu romanı yeni değil, 1990 tarihli. Ama Türkçede henüz yeni yayınlandı. Üstelik Roza Hakmen'in çevirisi ile.

 

McEwan, Masumiyet'te yukarda kısaca özetlediğimiz gerçek olaydan, Altın Operasyon'dan esinlenmiş. Hatta gerçek bir karakter de (George Blake) romanda boy gösteriyor. McEwan her zamanki sinematografik anlatımı ile okuyucuyu peşinden sürüklemeyi, iyi edebiyatın gücüyle farklı duygulandırmalar yaratmayı başarıyor. Biraz okuduktan sonra, aşağı yukarı her McEwan kitabında olduğu gibi "ne kadar güzel bir film olur bu öyküden" demeye başlıyorsunuz. Nitekim Masumiyet de sinemaya uyarlanmış ama sanırım pek başarılı bir uyarlama olamamış.

 

 

(Ian McEwan)

 

 

Romanımızın baş kahramanı İngiliz posta servisi memuru Leonard Marnham, saf, naif, 25 yaşına gelmesine rağmen ana baba kuzusu, her anlamda bakir bir gençtir. Dönem, dünya sahnesinden üzerinde güneş batmayan Büyük Britanya İmparatorluğu'nun baş oyuncu olarak çekildiği, yerini Yankee'lerin aldığı bir dönemdir. Müttefikler dostturlar ama aynı zamanda gizli kıskançlıklar ve alttan alta bir rekabet de söz konusudur.

 

 

Asil, mağrur, gururlu, ağırbaşlı İngilizler dünyanın bu yeni efendilerine burun kıvırarak bakarlar. Kişisel tavırlarında ve ilişkilerinde serbest, rahat, esnek hatta biraz laubali; ama öte yandan da çok sistemli ve planlı çalışan, dünyaya yeni ürünler, yeni müzikler, danslar sunan ilginç insanlardır Amerikalılar. Kitap bu durumun altını çizerek başlar, Marnham'ı Berlin'de karşılayan İngiliz teğmen durumu "Burada sorun Almanlar ya da Ruslar değil. Hatta Fransızlar da değil. Sorun Amerikalılar. Hiçbir şey bildikleri yok. İşin kötüsü öğrenmiyorlar da, laf dinlemiyorlar. Huyları böyle" diye aktarır. Bizim posta memuru Marnham da Berlin'de atandığı bu göreve kadar "Bir Amerikalıyla yüz yüze tanışmamıştı hiç, ama mahalle sinemasında onları derinlemesine incelemişti"r.

 

 

 

Marnham için Berlin'deki yaşamı, ailesi ile birlikte yaşadığı durağan ve sıkıcı Tottenham hayatından sonra, hayli ilginç ve gizli yeni görevi de hesaba katıldığında keyifli ve mutlu bir dönem olacaktır. McEwan, Marnham'ın kişilik özelliklerini, iç dünyasını, o dünyanın değişimini son derece başarılı bir şekilde aktarıyor. Marnham Berlin'de adeta yeni bir oyuncağa sahip olan küçük bir çocuk gibidir. İlk defa yalnız başına yaşamaya başlamakta, mutfak için hayatında ilk alışverişini yapmakta, adeta hayatı yeni baştan öğrenmektedir. Görevi Amerikalıların operasyonda İngilizler için münasip gördükleri kıytırık işlerden bir tanesidir. Önce onlarca teybi kuracak, çalışmaya hazır hale getirecek; son aşamada ise telefon hatlarına sızma işleminde çalışacak, akabinde kayıt işlemlerine nezaret edecektir.

 

 

Amerikalı patronu Glass bu masum İngiliz gencine Berlin'in gece hayatını da tanıtmak isteyecektir. Bir gece önce Doğu Berlin'e geçecekler, daha sonra tekrar Batı'ya dönüp geceyi müşterilerin birbirlerinin masalarına kağıda yazılı mesajlar göndermelerini sağlayan Hava Basınçlı Posta Servisi olan bir barda devam edeceklerdir. Bu barda Marnham kendisinden biraz büyükçe bir Alman kadınından, Maria Eckdorf'dan borulu sistem aracılığı ile dans daveti alır.

 

 

 

 

Gecenin sonrasında Marnham'ın Maria ile yeniden iletişime geçmesi nice içsel mücadeleler, kurgular, iç diyaloglar ve günler sonrasında gerçekleşecektir. Berlin, başka keşiflerin yanı sıra bakir Marnham için kadını, aşkı, cinselliği, dolayısıyla bütün boyutlarıyla kendisini keşfettiği bir şehir mi olacaktır? Hayatın önünde açılan yeni boyutları bu saf ve masum İngiliz delikanlısı, posta servisi memuru, Altın Operasyon görevlisi Marnham'ı nasıl etkileyecek,  kendisinin bile bilmediği yönlerinin ortaya çıkmasına neden olacak mıdır?

 

 

 

McEwan usta bir yazar. İlk birkaç sayfayı geçip romanın atmosferine girdikten sonra güzel ve keyifli bir roman okumanın tüm etkilerini hissedebiliyorsunuz. Çevre, durum, kişilik betimlemeleri tam olması gerektiği gibi. Marnham anlatının boyutları düşünüldüğünde fevkalade resmedilmiş diyebiliriz. Hikâye kusursuzca akıyor. Okuyucu Marnham ile birlikte Altın Operasyon'da çalışmaya başlıyor. O'nun kendini gösterme gayretlerini, utangaçlığını, elini kolunu nereye koyacağını bilmezliğini, tüm acemiliklerini, yani pek çok insani ortak paydamızı keyifle ve merakla paylaşıyoruz. Romanın ilk yarısı gayet huzurlu, dingin, keyifli bir şekilde cereyan ediyor.

 

 

 

McEwan ikinci yarıda hızlandıracağı ritim için önce okuyucuya güzel bir masaj yapıyor adeta. Kendinizi bırakıveriyorsunuz yazarın ellerine. İngiliz roman geleneğinin birikimini hissetmemek mümkün değil bu ustalıkta. Marnham için her şey pek güzel gözüküyor, dolayısıyla biz okuyucular için de. Ancak hayatta yeni ilişkilerin, yeni mekânların her zaman tahmin edilemeyecek, önceden hesap edilemeyecek riskleri vardır. Hiçbir insan yalnız değildir, her ilişki aynı zamanda, karşımızdaki insanın geçmişiyle de ilişki kurmak demek değil midir?

 

 

Romanın ikinci yarısı, ilk yarının tersine adeta bir rollercoaster seyahati biçiminde. McEwan'ın bizi tepeye çıkarıp, oradan aşağıya bıraktığı noktadan sonra kitabı elinizden bırakmanız mümkün olmayabilir, o yüzden zamanlamayı iyi yapmakta fayda var. 130. sayfaya geldiğinizde geceyarısı ise sabahlamamak için; bir iki saat içinde işiniz varsa geç kalmamak için, kitabı bir kenara kaldırıp uygun ve geniş bir zamanda devam etmenizde fayda olabilir. Toplam 230 sayfa olduğuna göre, 100 sayfalık kesintisiz bir okuma zamanı ayırmanızda fayda var; zira son 100 sayfa tam da "bir solukta okunacak" nitelemesini hak edecek derecede heyecanlı ve sürprizli. Aşk, casusluk, cinayet, ihanet yok yok! Dolayısıyla türün meraklılarına, ayrıca kafayı çok yormadan iyi bir roman okuyarak hem hoşça hem heyecanlı vakit geçirmek isteyenlere gönül rahatlığı ile önerilebilecek bir roman. Üstelik Roza Hakmen'in Türkçesi ile.



Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.