Konu aşk olunca kimin ilgisini çekmez ki? Hele bir de aşktan ikmale kalmaktan söz ediliyorsa... Çünkü ikmale kalıyorsanız, geçme umudu da var demektir ki gene herkesi ilgilendirir. Gerçekçi olalım: Romanlarda, filmlerde rastladığımız kusursuz aşka hep imreniriz ama bunu yaşayabilmiş kaç kişi vardır? Hep bir yerlerde sorun çıkmıştır. Herkes bilir, aşk deyince sınırsız sevgiyi, karşılıksız vermeyi, umudu yaşamak vardır ama bunlarla birlikte nefrete, kıskançlığa, en derin umutsuzluğa da hazır olmak gerekir. Bir yandan çok çekicidir, konunun meraklısı da ilgisiz gibi gözüken ama gizli / örtük ilgilisi de pek çoktur. Böyle bakınca, roman daha okunmadan, adıyla insanı çağırıyor. Romanın kendilerini ele vereceği endişesiyle, belki fazla kuruntulu olanlar, metroda, trende, kitabın adını saklayarak okuyabilir, ama romanı duyan gören herkes mutlaka merak edecektir.
Ne var ki roman, sanılabileceğinin aksine, aşkın ne olduğunu söylemiyor, herkese nasıl olup da ikmale kalmayacağını da anlatmıyor. Galiba daha doğru olanı yapıyor, aşkın ne olduğunu ya da olmadığını düşündürüyor ve okuru işin içine katarak, ortaya çıkabilecek farklı anlamlandırmalara çağırıyor. Birkiye romanında, bu imkanı, kurgusal gerçekliği sahici bir ilişkide, yaşantıda olabilecek varoluş şekilleri, halleri, duyguları ile kurarak sağlıyor. Bu sahicilik verilebildiği için, gerçek hayatta olduğu gibi aynı olaya, duruma bakıp farklı okumalarla farklı sonuçlara ulaşabiliyoruz.
Romanın bütününe sinmiş bir mizah var: Roman yazarı ve aşk öğretmeni olan karakter, ağır varoluşsal yalnızlık ve suçluluk duyguları taşıyan, bunların dışa vurumu olarak ortaya çıkan içe kapalı, çoğu kez içten pazarlıklı, kendine güvensiz, takıntılı, kuruntulu, ürkek, korkak, edilgen bir insan. O nedenle, aşk dersleri veriyor ama nevrotik arazlarını ve yalnızlığını yenebilmek için aşka herkesten çok muhtaç birisi. Aşık olabilse, gerçek sevgiyi yaşayabilse, belki bunları aşacak. Ama sorunlarıyla yüzleşmekten kaçıyor. Dört genç ve güzel kadın ile iki genç erkekten oluşan öğrencilerin önüne, geçmişinden miras kalan saygın bir solcu entellektüel ve aşk romanı yazarı kimliğiyle çıkıyor. Anlayışlı ve bilge bir düşünür suretinde ama içeriden çökmüş, kadınların bacaklarına, dudaklarına, göğüs dekoltelerine bakıp eğitimin sonunda dört kadından -bir türlü karar veremediği- birisini yatağa atma fantezileri kuruyor. Öğrencilerine kılavuzluk ederken, kendisi gerçek bir aşk yaşayacak cesarete, özgür ruha, donanıma sahip değil, bunları çoktan kaybetmiş.
Roman, Kabataş’tan başlayıp İstanbul’un sekiz semtinde sürekli geri dönüşlerle gelişiyor ve Gümüşsuyu’nda sona eriyor. Mekanla ilgili ayrıntılar ve bu mekanlarda daha önce yaşamış olan karakterin geçmişine dönüşler, hem kurgusal gerçekliğin oluşturulmasında hem de roman karakterinin tüm özellikleri ile somut bir insan olarak ortaya çıkmasında ustalıkla ve işlevsel kullanılmış. Roman, anlatıcı da olan yazarın, ilk gençliğinden günümüze, bu mekanlarda gördüğü hızlı ve hoyrat değişimle, İstanbul’un (ama aynı zamanda Türkiye’nin) kendine özgü modernleşmesinin bir resmini verirken, o karakterin gözünden buruk bir nostaljiyi de okuyucuya duyumsatıyor. Roman karakterinin gittiği her semtte hissettiği nostalji ve biraz da bununla kışkırtılan lise çağlarının çocuksu aşklarına marazi bir özlem duyması, onun roman boyunca ortaya çıkan, pekişen kişilik özelliklerini de açıklıyor: Yenilmiş, kaybetmiş, ne bugüne ne de yarına umutla bakabilen, umutsuzca geçmişine sarılmaya çalışan bir kişilik. İlk gençlik yıllarındaki gerçekleşmemiş arzuları ve aşklarının peşinde, yıllar sonra o insanlardan habersiz ve onlarla hiçbir iletişim kuramadan, yalnızca kendi kafasındaki kurgulara inanarak umutlanan bir kişilik. Tabii bunlar yazarda, geriye yalnızca iç burkucu bir hüzün, daha fazla yalnızlık bırakacak çırpınışlar.
Roman boyunca yazarın bu ruhsal geri planının yansımaları olan kişilik özellikleri de ince bir ironi ile yerli yerinde verilmiş:
Kuruntulu / takıntılı kişilik: Her derste, masada börek, çörek, kurabiye gördüğünde, “eyvah, kilo alacağım” diye paniğe kapılan, sigaradan nefret eden, öz Türkçe takıntıları olan. (öğrenci hedonist deyince, hazcı; tesadüf deyince, rastlantı diye düzelten)
Ürkek, yılgın, korkak, kendini suçlayan kişilik: Karakoldan gelen yazıyı, gerçekle yüzleşmeyi göze alamadığı için açamayan; roman yazması yasaklanınca “Günlük yazabilir miyim?” diye soran; çevresindeki kadınlara duyduğu arzularını, duygularını hırsız gibi yaşamaya razı olan, gerçek bir ilişki kurma cesareti gösteremeyen.
Roman karakterinin bu özellikleri, olay örgüsünün gelişimi içinde maddi temellerine oturuyor. Burada, önce karakterin yaşadığı bireysel bir travma var. Sevdiği ve hamile olan eşini, sonradan kendisini suçlu hissettiği bir kazada kaybediyor. Sigara aldığı sırada, büfeciden paranın üstünü almaya çalışırken, eşi kamyonun altında kalıyor. Takıntılarından biri olan sigara nefretinin buradan kaynaklandığını anlayabiliyoruz. Hayatta yapabileceklerimizle yapabildiklerimiz arasındaki fark değil midir varoluşsal suçluluk duygusunu yaratan? Bu olayın etkisinden kurtulmak elbette zor; çok ciddi bir iç hesaplaşmayı, yüzleşmeyi gerektiriyor. Yazar bu sarsıntının altında eziliyor.
Ama roman karakteri bundan başka, solcu bir aydın ve yazar olarak, bir askeri darbeler, sıkıyönetimler ülkesinde yaşıyor. Onun konumundaki bir bireyin böyle dönemlerden etkilenmeden çıkması da kolay değil. Roman, bir 7 Eylül sabahı evine gelen yazarın, kapıya iliştirilmiş, üstünde “makinayla damgalanmış pul” olan, sarı kağıda yazılmış bir çağrı mektubunu almasıyla başlıyor. Yazar mektubu bir türlü açmaya cesaret edemiyor, mektubun içeriğine dair -aslında bu ülkede yaşayanlar için yersiz de olmayan- en olumsuz ihtimallerle ruhunu karartıyor. Neden çağrıldığını bilmeden, hapse atılacağı, bir daha Boğaz’ı göremeyeceği vehmine kapılıyor. Çünkü daha önce de karakola çağrılmış, roman yazması yasaklanmıştır. Semt karakolundaki asker ona, “Roman yazmayacaksın” demiş, sanki uluslararası yazarlar ya da eleştirmenler birliği gibi bir kuruluşun yetkin bir üyesiymiş gibi “Çünkü kötü yazıyorsunuz” demiştir. Bu densizliğin çok da önemi yok, böyleleri hep vardır. Ama asıl vahim olan yazarın bunu kabullenmesi, üstü örtük bile olsa doğru tepki gösterememesi. Askerin talimatına karşı sorduğu soru, yenilmişlik ya da yılgınlık duygusunun ifadesi: “Günlük tutabilir miyim?” Kafka’nın Dava romanında, Joseph K.'nın suçlanmasını hatırlatıyor: Aslında ortada, kanunlara karşı işlenmiş gerçek, somut bir suç yok, ama gene de suçlusun. Roman kahramanı da kendini suçlu hissediyor ama onu sakatlayan suçluluk duygusu tamamen farklı; savunduğu dünya görüşünün gereklerini yerine getirememekten kaynaklanan bir suçluluk duygusu. Nitekim kendi kendine yazıklanır: “Razı değil miydim tokadı yemeye, işkence görmeye, yeter ki politik bir gerekçeyle yasaklasalardı.” Bu tür suçluluk, nevrotik ya da varoluşsal, insanın kendi içinde başlayıp giden bir suçluluk, aslında vicdanı olan herkesin bir ölçüde hissedeceği, hatta hissetmesi gereken bir suçluluk . Bu nedenle de ancak insanın kendi ruhunu özgürleştirmesi ile kurtulabileceği bir suçluluk. Ama romandaki yazar bunun farkında değil ve durumu, Joseph K. misali, umutsuz.
Romanda aşk derslerinde, öğrencilerden oluşan diğer roman karakterlerinin her biri, romanlardaki aşk ilişkilerini tartışırken, kendi sorunları ile yüzleşiyorlar. Hayatla bağları daha gerçek ve güçlü olduğu için yüzleşme cesaretleri var. Onların da kişilik özellikleri ve bunu şekillendiren hayat maceraları bu süreç içinde ortaya çıkıyor. Romanlardaki kurgusal gerçeklik, okuyanı kendi içine çekiyor, kurgu olanın aslında onların gerçeğine de ışık tuttuğunu görüyoruz. Böylece aşk derslerindeki romanlarda da, anlam okuyucuyla ortaya çıkıyor, romanın insanları gündelik yaşamın sınırlı yaşantılarının dışına çıkararak, duygu ve düşünce bakımından daha farklı ve renkli bir dünyaya sokabildiğini, gerek kendimizin gerekse başkalarının hayatını o kurgusal gerçeklik içinden, başka bir pencereden görmemizi sağladığını çok güzel anlatıyor.
Aşk hocası, yalnızlığını, sevme ve sevilme ihtiyacını, sorunlarının kaynağını sorgulamadan, kendi içine dönük bir hesaplaşmaya, yüzleşmeye girmeden, içinde kıvrandığı cinsel arzusunu gerçekleştirerek aşmaya çalışır. Oysa bu bir yanılsamadır, sorunlarla yüzleşmekten kaçıştır, geçici bir sığınaktır. Sevgi nesnesini araçsallaştıran, onu anlamaya, keşfetmeye, zaman ayırmaya zahmet etmeden, ona yalnızca maddi, bedensel bir ihtiyaç duyduğu için yönelen aşk uzmanının bu yaklaşımı, aşkı zehirler, baştan yok eder. Yazar, sınavdan sonraki gece muradına erer, Özlem’le sevişir, ama bu, eksik bir sevgi, eksik bir aşktır. Yatıştırıcı bir ilaç gibi kısa süreli faydalar sağlar, iyileştirmez. Nitekim, o sabah kalktığında kendini çok iyi hisseder, istediği olmuştur. Ama daha ilk tümsekte tökezler: Eve geldiğinde kapıya iliştirilmiş çağrı yazısı ile çöker. Hayatın gerçek sorunları ile baş edecek gücü ve cesareti yoktur.
Roman, kurmaca ile gerçekliğin sınırlarının belirsizliği, nerede başlayıp nerede bittiği gibi önü alınmaz bir merakı da aşk derslerindeki roman değerlendirmelerinde önümüze koyuyor, bizi tartışmaya çağırıyor. Daha da ötede, sanırım Birkiye kendisi de, kurgulama şekliyle ve yarattığı karakterle bunu kışkırtıyor. Örneğin, romandaki olay örgüsü ve anlatımı, yılı belirsiz bir 7 Eylül günü biterken, kitabın yazımı da –sonunda belirtildiği gibi Eylül 2009 da-, sanki aynı zamanda bitiyor izlenimini veriyor. (Ama takvime bakılınca günler tutmuyor.) Atilla Birkiye’nin ve romandaki yazarın aşk derslerinin yapıldığı semtlerde yaşamış olması, gene Birkiye’nin de üniversite ve sertifika programlı sanat okullarında aşk konusunu eksene aldığı dersler veriyor olması, kurguyla gerçeğin nerede ayrıldığını belirsizleştiren ayrıntılar. Bana kalırsa, Birkiye bunu, okuyucunun hayal gücünü kışkırtarak kurgunun tadını alması ve okuyucuda farklı estetik yaşantılar oluşması için özellikle yapıyor. Bu soruya verilebilecek cevaplardan biri romanın içinde de var: Aşk derslerinde romanlardaki kurgusal gerçeklik ile dışında yaşanan gerçekliği öğrenciler de aynı merakla sorgularken, oradaki yazar, bunların bir rastlantı olduğunu söyleyerek tartışmaya yeni bir boyut getiriyor, onları “rastlantıların hayattaki rolünü” düşünmeye çağırıyor.
Atilla Birkiye’nin “İstanbul’da Aşktan İkmale Kalanlar” romanı, aşk dersleri veren bir hocanın kısacık hikayesini anlatıyor. Bu hikaye, aşk, yalnızlık, rastlantılar, acılar, düş kırıklıkları, hayatla baş edebilme gibi insanlık halleri ve sorunlarını, kitabın hacmini çok aşan bir şekilde önümüze getirmeyi ve kitabı okuyup bitirdikten sonra da düşündürmeyi başarıyor. Aşk hocası, romanda zaman ve mekan içinde adım adım oluşan, ete kemiğe bürünen, bu toplumun, tarihinin ve coğrafyasının ürünü olan somut bir insan olarak karşımıza çıkıyor. Birkiye, aşk hocası ile vermek istediği mesajı taşıyacak işlevsel bir karakter yaratmış. Onun sahiciliği ve inandırıcılığı, mesajın da sahici ve inandırıcı olmasını sağlıyor, roman sonuna kadar merakla ve zevkle okunuyor.
Yeni yorum gönder