Şehir uçsuz bucaksız bir akvaryumdu, bulvarları, caddeleri ve istasyonları seyrettiği. Her biri kabarcıklar çıkararak nefes aldığını gösteriyordu ona. Bu masalsı dekor içinden neleri şiirine katacağını sezmeye çalışıyordu şair: “sisler bulvarı’na akşam çökmüştü / omuzlarımıza çoktan çökmüştü / kesik birer kol gibi yalnızdık / dağlarda ateşler yanmıyordu / deniz fenerleri sönmüştü / birbirimizin gözlerini arıyorduk.”
Masalların içinden kaçmıştı dünyaya
Zekiye Nine ve Emine Bacı’nın harikulade masallarından bir masalın iki kere anlatılamayacağını öğrendi. Her seferinde yeni bir masal uydurmalıydı insan. Uydurmayı öğrendiğinde ilkokul üçüncü sınıftaydı. Bir ilkbahar şiiriyle tıklattı edebiyatın penceresini. “Çiçekler kelebekler” kelimeleri geçiyordu mısraların içinde. Pencereyi babası açtı ve beğenmediğini söyledi yazdıklarını: Böyle şiir olmaz! Yazdıklarını ömrü boyunca aruzla şiir yazan babasına beğendiremeyeceğini bilmiyordu henüz.1 Yıllar sonra babası Bedri İlhan’a ithaf ettiği, “Tarz-ı Kadîm” adlı şiiri şöyle başlıyordu: “olmuyor neyleyim / olmuyor velinimetim efendim / olmuyor yirminci asırda / tarz-ı kadîm üzre gazeller söylemek…”
Sinema da bir masaldı gözlerle dinlenilen
Hayalperest bir çocuktu. Eline geçen her fırsatta sinemanın serin salonlarına kendini atar, hiçbir zaman çekilmemiş filmler uydurup anlatırdı insanlara. John Wayne, Maureen O’Hara ile film çevirmediği halde ikisini bir araya getirir, bir filmde oynatırdı hayalinde. “Sinemayı edebiyattan sonra keşfetmedim. İkisini aynı anda keşfettim,”3 diyordu Attila İlhan. Bir gün sinemanın Ali Kaptanoğlu’su olup on beş senaryoya imza atacağını bilemezdi. O arkadaşı Oktay Akbal’ı gün gelip kıskançlıktan çatlatacak kadar çok seviyordu sinemayı: “Hangi sinemaya gitsem, elinde kocaman çantası, boynunda atkısı, o sevimli gülüşü ile Attila karşıma çıkıyordu. Hangi film artistinden söz etsem bir de bakıyordum Attila benden bilgiliydi.”
Bir masal deviydi Nazım, avuçlarına aldı onu
Bir şair okudu ve hayatı gerçekten değişti: Nazım Hikmet. Kanı köpürmeye başladığında tanıştı onunla. Orta ikinci sınıftaydı. Susuzluğunu dindireceği kaynağı bulduğunu sanırken susuzluğunu artıran bir kaynak olduğunu fark etti onun. Kitaptan kitaba koşuyordu Attila İlhan. Şiirlerini onun gibi yürürken mırıldanarak yazıyor, ona benzedikçe gerçek bir şair olacağını düşünüyordu. Dahası bir roman bile yazdı o yaşta. Jules Verne Aya Seyahat’i mi yazdı o neden “Merihe Seyahat”i yazmasın.5 Merih gibi yepyeni bir gezegendi onun için Nazım. Herkese tanıtmak istiyordu keşfettiği bu gezegeni. On altı yaşındayken âşık olduğu kıza yazdığı mektuplar Nazım’ın şiirleri ve düşünceleriyle dolunca polis lisenin kapısına dayandı. Karakola götürülerek bütün hayatını etkileyecek ilk soruşturmasını geçirdi ve cezaevine kondu. O günden beri Nazım’ı bir rehber, coşkulu bir ses olarak taşıdı yanında. Üniversite tahsilini yarıda bırakıp “Nâzım Hikmet’i Kurtarma Komitesi”ne katılmak için Paris’e gitti. Karşılıksız değildi bu sevgi. İlk şiir kitabı Duvar, Nazım’ı çok sevindirmiş, Attila İlhan’ın soylu ve özlü bir şair olduğunu dile getirdikten sonra, “Aşk olsun delikanlıya!” demişti.
Yalnız masalların değil destanların da yurduydu Anadolu
Çocukluğunda amcası mayalamıştı içinde halk kültürünü. Maya tuttu ve özge sesini bulana kadar önce Halk şiirinin bereketli topraklarını adımladı Attila İlhan. Rüzgârın havalandırdığı kızıl tohumlar karıştı saçlarına şairin. Dadaloğlu’yla, Pir Sultan Abdal’la tanıştığı bu kutlu vahayı hep minnetle hatırlayacaktı. Frenk toprağındaki beşinci derece ozanları bilip de kendi klasiklerini bilmeden yetişen gençlere hiç değilse bunun yolunu belli etmek, toprağın göğsünü kaldırıp indiren bu yüz yıllık geleneksel sesi duyurmak için çırpındı.
Divan şiirini keşfetmeden masalını tamamlayamazdı
Nedim’i ezbere bilen annesinin sesi kulağındaydı. Atını bu kez Divan diyarına sürüp parmaklarını şiirin kadim köklerine doladı şair. Dokunmayı seviyordu. Tutkuyla kavrıyordu geçmişin şifalı dallarını. Sevgili, Divan şairlerinin buhurdanlığından yükselip şiirine süzülüyor, şeklini olmasa da ruhunu katıyordu Attila İlhan şiirine. Onlar gerçekti. Bir hayalden ya da ulaşılması imkânsız görüntülerden sızıp varlık bulan kusursuz sevgililer değillerdi. Divan şiirinin iksirini mürekkebine karıştıran şair, kuru bir dilden kaçınmak, ahenkten yoksun kalmamak ve ritmin canlılığıyla coşturmak için kendi yöntemlerini geliştirmişti. Geleneğin altınlarını avucunda tutuyor ve bu keseyi şiirinin üstünde sallıyordu.
Üç masal şehrini birbirine bağladı
Şehir uçsuz bucaksız bir akvaryumdu, bulvarları, caddeleri ve istasyonları seyrettiği. Her biri kabarcıklar çıkararak nefes aldığını gösteriyordu ona. Bu masalsı dekor içinden neleri şiirine katacağını sezmeye çalışıyordu şair: “sisler bulvarı’na akşam çökmüştü / omuzlarımıza çoktan çökmüştü / kesik birer kol gibi yalnızdık / dağlarda ateşler yanmıyordu / deniz fenerleri sönmüştü / birbirimizin gözlerini arıyorduk.” Aşk kırmızı bir Japon balığı gibi aniden ortaya çıkmalı; gezilmedik bahçe, köpürtülmedik kahve, dalınmadık sinema bırakmamalıydı. Attila İlhan’ın şehirleriydi İzmir, İstanbul ve Paris. Şiirini bu kentlerin göğünde dokudu. Yürekli bir cambaz olsa da zordu üç köşe arasındaki dengeyi korumak. Kendine bir sabit nokta seçmesi gerekiyordu düşmemek için. Seçti de. Seine’in kenarındaki kitapçıları gezerken Nabi ve Nesimi’yle karşılaşmıştı.
Gökten üç elma düşmeliydi masalın sonunda
İlhama inanırdı, ancak onun çalışarak geleceğine emindi. Masalı sağlam olanın hakkıydı gök armağanları. Bu yüzden bir çalışma rutini edindi kendine. Hayır, bu başkalarına verilen sözleri içeren mecburi bir görev değildi. Ekmeğini aramak için yola düşenler gibi şiirine yeni bir mısra katma ümidiyle her gün Maçka’dan Harbiye’ye doğru yürüdü. Sabah onda Divan Oteli’ndeki “Ofisim” dediği pastanedeydi. Ta ki, bir gün bunun da bir mecburiyete dönüştüğünü hissedinceye kadar. Mecburiyet şiirin düşmanıydı. “Ben sana mecburum,” demişti evet sevgiliye fakat ona dahi sipariş şiir yazmadı. “Benim için bir şiir yaz” diyenlere şaşkınlıkla bakıp yüzünü değişmeyen sevgilisi şiire döndü.
Her kadın bir Şehrazat’tı ona yeni masallar anlatan
Aşkları hep yarım kaldı, şiirle tamamladı onları. İsimlerini anmakta bir mahzur görmedi. Zehra, Aysel, Suna Su, Belma, Claudia, Leyla ve Maria… “Akıllı siyah gözleri, düşünceli tebessümüyle” bir Zehra vardı onun için. “Hayatımda rastladığım en ‘doğru’ kızlardan biriydi; ne yazık ki o günlerde ben yanlış bir yerdeydim,” diye içlenirdi Attila İlhan. Bir dargınlık döneminde karşılaştıklarında Zehra’nın hâli kalbine dokunmuştu şairin: “gözlerin iki siyah karanfil gibi / gözlerini alsam yakana taksam / zehra kardelin.” Bir başka sevgili de Suna Su’ydu. Onun için de “Acaba yanlış zamanda yanlış yerdeki doğru kız mıydı?” diye sordu şair. Maniler çıkınca yollarına “Rujunu da al gel!” diye çağırdı onu. “ellerini saçlarıma dolaştırma / nefesin avuçlarıma esmesin / yoksa yine yolcuyum suna su” (Suna Su İçin Koşma). Pia vardı bir de, hem vardı hem de yok. “O hiç olmayan kadın”dı şaire göre. Gerçek olmadığı için bitmiyordu hiç. Yarım kalan aşklardan hiç olmayana sığınmıştı sonunda: “Ne kadınlar sevdim, zaten yoktular / Böyle bir sevmek görülmemiştir” (Böyle Bir Sevmek).
Sömürge aydınlarının masallarına inanmadı
Kişiyi toplumdan, toplumu da kişiden, dolayısıyla kendisini parçası olduğu ulu gövdeden ayrı görmedi Attila İlhan. Her zaman bu şuurla yazdı. Toplumsal meseleler onun şiirinde destansı bir seslenişle muhatabını bulup yakaladı. Tek uygarlık modelinin Batı’da olduğunu düşünenlerle yolları ayrılmıştı. O Türkiye’yi ve Türklüğü aşağılamaya kalkışanlara tokat gibi yazılarla karşı koydu. Bir Millet Uyanıyor başlığı altında yayımladığı kitap dizisi bu çabaların ürünüydü. Parola “Vatan”, işareti “Namus”tu bu kitapların. Çevresinde genç yazarlar vardı. Onlara yol gösteriyor ve yüreklendiriyordu. Neredeyse bir kuşak onunla yetişti. “Çoğu zaman üç beş kişi için yazdığımızı sanırız, onlar bizi okumazlar. Asıl seslendiklerimiz, hiçbir zaman tanımayacağımız, başka üç beş kişidir,”6 diyordu genç Selim İleri’ye.
Tanzimat’la birlikte yabancılarla çıkar ilişkisine giren “Komprador aydınlar”dan söz ediyordu gençlere Attila İlhan. İlk sömürgeciler olan İspanyolların kendileriyle temas kurmada görevlendirdiği iş birlikçi bir yerliydi “Komprador.” Zamanla kelimenin anlam alanı genişlemiş, yabancılarla çıkar ilişkisi olan ve kendi milletinin değil yabancıların davulunu çalanlara “Komprador” denmeye başlanmıştı.
Dünya masalından mısralar bırakarak ayrıldı
“An gelir Attilâ ölür” dizesini yazdıktan üç sene sonra, ilk kalp krizini geçirdi şair. “Bir ikincisi gelecek ve beni alıp götürecek,” diyerek soğukkanlı bakmaya çalıştı ölüme. Sonunda masal bitti, şenlik dağıldı, bir acı yel kaldı bahçede yalnız. Ölümle şairlerin bir hesabı vardı yüz yıllardır ve yine şairler kaybetti:
“kanlı hesapları vardır
kıyamete kadar sürecek
ölümle şairlerin
kim bilir nerden bilecek
ne çığlıklar daha geçer dünyadan
attila ilhan gibi” (Gibi Redifli Gazel)
Yeni yorum gönder