Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Ay’da din sosyolojisi



Toplam oy: 529
Andy Weir // Çev. Emre Aygün
İthaki Yayınları
Oksijen tüpleriniz hazırsa, Artemis, türü sevenler için hâlâ şaşırabilecekleri ve ilgiyle okuyabilecekleri bir serüven sunuyor.

Video oyunları asla sadece sıradan vakit geçirme nesneleri değiller. Soyut düşünme ve analitik seçenekler üretme becerisini geliştirme hususunda çok iyiler. En basitinden, Age of Empires benzeri strateji oyunlarında da –gerçekten görmek isterseniz– eşsiz bir kamu maliyesinin ve makro iktisadın saklı olduğunu fark edersiniz.

 


Küresel düzeyde milyon dolarlardan söz edilen bir ekonomi dönüyor video oyunlarının etrafında. Yurt dışında birçok üniversite ve kolejde video oyunu tasarımı, programlanması doğrultusunda dersler ya da bölümler var. Konu üzerine pek çok sempozyum düzenleniyor; akademisyenler, bizde çocuk eğlencesi diye pek dikkate alınmayan video oyunları hakkındaki tespitlerini sunuyor bu sempozyumlarda. Kimi üniversitelerimiz “Bilgisayar Oyunu Tasarımı”, “Bilgisayar Oyunları ve Simülasyon” gibi derslere birkaç yıldır müfredatlarında yer vermeye başladılar ancak yurt dışıyla kıyaslandığında elbette olaya daha yeni başladığımız söylenebilir...

 


Video oyunlarının altında yoğun bir matematik ve fizik bilgi birikimi de mevcut ama sadece bu da değil. Richard Sennett’ın kent tasarımına ilişkin kitabı Gözün Vicdanı, David Harvey’nin Postmodernliğin Durumu ya da Georg Simmel’in Bireysellik ve Kültür’ü de var aynı video oyunlarının özünde. Keyifli ve zengin bir sosyolojik malzeme sunuyorlar. Teorik, sığ, zihinsel özgürlüğünüzü, özgünlüğünüzü, yaratıcılığınızı, yorum gücünüzü geliştirmeyen dersleri düşününce kesinlikle çok daha güzel bir yerde duruyorlar. Andy Weir’ın yeni romanı Artemis de, fena halde video oyunları gibi ilerliyor! Ay’daki ilk (ve şimdilik tek) şehir olan Artemis’te yaşıyor Jasmine Bashara (namıdiğer Jazz). Şehir, “kabarcık” denen beş devasa küreden oluşuyor: Bir avuç kubbe gibi görünüyor uzaktan. Artemis’e gelmek çok masraflı ve Artemis’te yaşamak çok pahalı.

 

Aşağı Conrad 15’te yaşıyor Jazz. İzbe bir yer burası, Conrad Kabarcığı’nın on beş kat yeraltında. Bir “kapsül ev,” herkes bu evlere tabut diyor. Artemis’te sokak yok, koridorlar var; Güneş ışığı da yok. Dünya’nın yerçekiminin altıda biri, malum, Ay’dayız. Mekan, evren değişse de nasılsa yine insanlar var, dolayısıyla mevzular elbette tanıdık: Orta sınıf Dünyalılar paralar biriktirip Conrad gibi uyduruk kabarcıkların uyduruk otellerinde kalıyorlar. Zenginler de güzel otellerde. O sırada işçiler elbette tren bekliyorlar...

 

Sınıf savaşları, arada küçük farklar olsa da kapitalist sömürüler, fetişleşen nesneler, paranın çekip çevirdiği döngüler ziyadesiyle Artemis’te de mevcut. Ay’da büyüyen, “buralı” Jazz'ın aslında Suudi Arabistan vatandaşı olmasını öğrenmemizle denkleme yeni unsurlar ekleniyor. Andy Weir, Marslı’da olduğu gibi, yeni romanı Artemis’te de yaşanan gelişmelerin fiziki temellerini, tüm mantıklarını da ayrıntılarıyla açıklıyor. Bu sayede roman boyunca okura hiçbir gelişme mantıksız gelmeyecek.

 

Andy Weir’ın mizahi (kara olanından) ve çok eğlenceli bir dili var. Sürüklenip gidiyorsunuz, “Jazz’a ne oldu, bu zorluğu nasıl atlatacak, şimdi ne olacak,” derken Artemis, çevirmen Emre Aygün’ün de dikkatli kelime seçimleriyle, bir çırpıda bitiyor. Jazz’ın Kelvin ile romanı sürprizlerle kat eden mektuplaşmalarında yazarın dili daha da uçuşuyor. Hiç beklemediğimiz bir anda da, aniden, din sosyolojisine giriş yapıyoruz.

Romandaki büyüyü yakalamak...

 

Aslen bir gotik-bilimkurgu filmi olan Yaratık (Alien, 1979), izleyicisine göründüğünden çok daha derinleri vaat eder esasında. Filmdeki uzay gemisinin adından (Nostromo: Our Man: Erkeğimiz / Adamımız) geminin tasarlanma biçimine (18-19. yüzyıl Viktoryen-gotik); filmde karakterlerin ölüm sırasından (önce beyaz erkekler ölür, sonra siyahi adam, sonra beyaz, kısa saçlı maskülen kadın) filme yayılı fallik mimari öğelere kadar Yaratık baştan aşağı kusursuz bir erkek istilası filmidir. Uzay gemisinin sivri, yukarıya doğru kulelerinden, erkeğin başına gelen doğum benzeri (yemek masasında erkeğin karnından fallik bir yaratık çıkar) vakadan bir nevi göbek bağı ile gemiye tutunmaya... Özünde, yönetmen Ridley Scott’un filmde vurgulamak istediği mevzu şudur: Anne ve çocuğu, bir arada varolamaz; eğer olurlarsa da ölümcül olur. O yüzden çocuklar bir an evvel anneden kopmalıdır.

 

Bir anne bedeni gibi tasarlanan filmdeki uzay gemisine izinsiz girildiğinde; ceza çok açık ki, erkeğin tecavüzüdür; adam hamile kalır. Ridley Scott’un özellikle Yaratık olmak üzere fazla-kurgulanmış filmleri ile Andy Weir’ın yazma stili arasında bir benzerlik var. Weir da Scott gibi dersini, kurgularını çok iyi çalışıyor. Uzay mekaniği namına hiçbir ayrıntıyı boşta bırakmıyor okuru için. Weir’ın bir önceki romanı Marslı’yı da elbette Ridley Scott filme çekecekti. Görev esnasında gerçekleşen kazanın ardından öldü sanılarak geride bırakılan Mark Watney’in Mars’ta nasıl hayatta kalabildiğini anlatan Marslı’nın filminde, romandaki büyüyü yakalamak kolay değildi. Weir’ın oksijensiz bir gezegende nasıl nefes alacağını keşfeden, su ve besin üretip bunları tasarrufla kullanan bir karakteri zekice detaylarla örerek anlattığı roman, filme dönüşürken bazı kıymetlerini yitirmişti.

 

Çocukluk yıllarını Arthur C. Clarke ve Isaac Asimov gibi yazarların bilimkurgu klasiklerini okuyarak geçiren Andy Weir (1972 doğumlu), özel bir şirkette bilgisayar programcısı olarak çalışmaya başladığında henüz 15 yaşındaydı. İkinci romanı Artemis’te Mars’tan Ay’a geçsek de, toz bulutları, hasat araçları, sert-siyah gölgeler, hava kilitleri yine peşimizi bırakmıyor. Oksijen tüpleriniz hazırsa, Artemis, türü sevenler için hâlâ şaşırabilecekleri ve ilgiyle okuyabilecekleri bir serüven sunuyor.

 


 

 

Görsel: Sercan Tunalı

 

 


 

 

 

SabitFikir arşivinden ek okuma:

 

Ne kadar bilim, ne kadar kurgu?

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.