Şair Mustafa Erdem Özler yeni kitabı Tarihi Ayı Öfkesi ile bir nevi "hayvanlar üçlemesi"ni tamamladı. İlk kitabı Kelebekli Zaman (2001) ile ikinci kitabı Erdem Devesi'ni (2009) izleyen bu eserle kelebekten deveye, deveden ayıya dönüşümünü de tamamlamış oldu.
Böyle diyoruz ama Özler hayvan-oluş'u yoğun olarak sahipleniyor ve çok çeşitli hayvanlara da taşıyor. Tarihi Ayı Öfkesi'nde domuzlar da var, iguanalar da, bıldırcınlar da... Peki bu hayvan-oluş'la Özler ne kastetmektedir? Herhalde bir Deleuze göndermesinden bahsediyoruz -şiirimizde Deleuze'ün artan etkisi de bir başka araştırma konusu gibi gözükmekte- fakat özel olarak elimizdeki şiirlerde hayvan oluş ne olarak kullanılmakta, ne olarak çalışmakta? "Ben domuz gibiyim demem, domuzum derim, ve domuzum dediğimde domuzumdur," diyen şair ne demektedir?
Öfkeden çok kaygının sesi
Özler'in şiir serüveni '90'ların başlarındaki Olmaz dergilerinden bugünlere gelen uzun bir hikaye aslında. Ancak hikayenin ikinci yarısı, 2000'ler diyelim, belirli aralıklarla kitapların belirdiği ancak Özler'in dergilerdeki görünürlüğünün azaldığı bir dönem. Bu olguya "görünürlüğün" şiir dünyamızda bir karşılığı olduğu için değiniyoruz. Bir yandan da aynı dönemde Özler'in çok-disiplinli bir sanatçıya dönüştüğünü de belirtelim.
2004 yılında İstanbul-Berlin'de düzenlenen Lock Your Mind/ Zihnini Kilitle sergisi çerçevesinde Berlin'de bir ses enstalasyonu yapmıştı. Beraber çalışmıştık. 2013'te P Grubu'na katıldı ve Viyana'da gerçekleşen Go Get Them Tiger sergisinde gene bir ses enstalasyonu ortaya koydu. Ses, Özler'in şiirinde de çok önemli. Go Get Them Tiger çerçevesindeki işi günümüzün preker koşullarında her bir prekerin bir iyi haber, bir müjde beklentisiyle çağırılmayı bekleyip durmasını konu alıyordu. İyi bir email beklentisiyle açılan email hesapları, uzanılan telefonlar, beklenen çağrılar ve onun getirdiği tetiklik. Bakalım bugün ismim okunacak mı? Öfkeden çok kaygının sesi, odaktaydı.
Özler, 2000'lerde ses enstalasyonlarına ek olarak defter tasarımı da yapmaya başladı. İstanbul Modern veya New York MOMA dahil dünyanın çeşitli müzelerine gittiğinizde hatıra ararken karşılaştığınız defterlerin bir kısmı Özler'in. Bu çoklu çalışmayı kavramak için pek çok hayvanın yaşadığı ormanlara mı dönmek gerek acaba? Bakalım...
Tarihi Ayı Öfkesi bize bir canavar, bir tür Erlkönig sunarak başlıyor. "Orman orman söyle bana / benden daha canavarı var mı bu ormanda" sorusuna "mustafaula erdemula özlerula" yanıtını alıyoruz. Şair, "ormanın esas canavarı benim, ben Mustafa Erdem Özler" demiyor da başka, bozulmuş/dönüştürülmüş bir isim/adres veriyor. Bunu Bireysizlikler'deki söyleşisinde içimdeki/ içimizdeki canavar olarak adlandırmıştır. Çok yeni bir şey değil. "İçimde bir canavar var, onu sen açığa çıkarttın" dili klişe bir dil bile sayılabilir. Mesele, çıkan canavarın niteliğinde.
Asıp kesen değil yazıp söyleyen bir canavar
Böyle bir canavarlık dayılanmasıyla başlayan bir kitabın şiddetle, seksle, yıkımla dolu olmasını bekleyebilirsiniz; ama aksine daha çok kaçışlar, saklanmalar, yitirmeler ve bunların biriktirdiği öfkeler üzerine kurulu. Özler'in dergilerde az göründüğünü söylemiştik, bunun bir devamı da poetikası hakkında elimizde şiiri dışında az ipucu olması. Ancak Bireylikler'deki söyleşi aslında konuşmak ve işaret etmek için beklemekte olduğunu da gösteriyor. Orada söyledikleri bütün şiirleri anlamaya hayli yardımcı.
Özler, öfke hakkında konuşurken, öfkenin insan kudretsizleştirilince birikmeye başladığını söylüyor. Ki kitapta şairin "hırlayan" lafı gediğine sokan sesi sık sık kudretsizleştirmelerle karşılaşıyor ve öfkeleniyor. Öfkenin biriktiği yerlerden şiirsel neşeye kanalize olması Özler'e göre tek yeniden-erklenme, yeniden kudret kazanma yoludur. İşte bu nedenle kitaptaki canavar asıp kesen bir canavardan çok yazan/ söyleyen bir canavar. Şiir yazan ve söyleyen ve bu yolla oluşlar gerçekleştirmeye çalışan bir canavar.
Özler'de ses önemli ama gübreli. Kendi şiirinin sesi şaire gübreli şiir gürültüsü gibi gelmektedir. Öfke işte bu gürültüyü yırtıp atmak isteyen bir öfke. Nasıl bir şiir sorusunu kitabın içinde şiirlerle tartışırken kızgındır, serttir: "dik bir amacın eteğinde ille de şiir olsun/ olur ise zamansız tarihini silkerken olsun". Tarihini silkerken ifadesinde olduğu gibi kitapta sık sık "küfürlere teğet geçme" karşımıza çıkıyor. Belki de küfrün etrafında dönen, dengede kalmaya çalışan ama her an dengesini kaybetmeye yakın olduğunu da hisseden bir parmak ucuna yükselme hali. Şiirle tarih yazmak -kişisel tarih, toplumsal tarih- denince anlaşılacak şeylerden biri şiirle zaman üretmek ise eğer Özler "şiirin üreteceği şimdileri" hedeflediğini söylemekte. Şiirin sadece haz üretmekle yetinemeyeceğini, konum üretmesi de gerektiğini söylüyor. Şiirde hikmetin, dizede hikmetin karşısında durmak gerektiğini belirtiyor ve hikmet değil laf önemli diye tamamlıyor. Lafı gediğine koymak, laf etmek, laf atmak, laf sokmak mühim -hikmet ortaya koymak değil bugün, demekte.
Bu gözle, Özler şiiri lafı nereye, nerede, nasıl koyuyor diye bakıyorum. Şiirlerin başlıkları ilk göze çarpıyor, "sen belgesel çek belgesel/ o biçim dünya o/ derhal bana papatyaların kellesini getirin/ seni istekli yamyam seni/ beyoğlu ormanlarında tilki avı" gibi. Ama bana en fazla ipucu veren yerler ne olduğunu söylemeden 'fiil'lerden bahsettiği yerler. Fiil esas, böylesi bir şiir anlayışında. Bu yüzden "dövüş kaçakçısıyız hepimiz / fiilere doğru tırmanıyoruz"u öne çıkarıp okuyorum. Dövüş kaçakçısı dövüş kaçkını gibi kulağa geliyor ancak bakıyoruz ülkeye kaçak dövüş sokanlar sözkonusu. Ve de fiillerle bir yere tırmanan değil de fiillere doğru tırmanan kişilerdir bu kaçakçılar, bu hepimiz.
Siyasi ima
Özler de tekrar tekrar beliren bir siyasi ima var, hep bir duygu olarak, bir kanalize olan öfke olarak. Somut referanslarla değil bu uzak imanın titreşimleriyle yaşıyor. Özler az yazıyor az yayınlıyor, az söylüyor, gene de kendisine yaptıkları ettikleri gürültü gibi geliyor. Azıcık sese dahi kulaklarını tıkayan, frekansı farklı bir yabancı. Kafka'nın Şato'sunda şehre/Şato'ya gelen yabancının ilk başlarda sahip olduğu öfkeye, değiştirme, karıştırma, kaosa sürükleme arzusuna sahip. Fakat bu şiirin parçalama, yoldan çıkarma arzusuna eşlik eden bir denge arayışı da var. O yüzden ormanda karanlıklara ilerlerken aynı zamanda güvenli dilsel ekosistemler de kurmak istiyor. Şiirimle "kelimelerden oluşan ekosistemler kurmaya çalıştım" dediğinde kastettiği ekosistemler somutta acaba neye benzerler.
Masalların dilini ekosistemler arayışında yeniden tekerlemelerle kurduğunu görüyoruz Özler'in. Masalları seviyor. Öfkesi kanalize olmaya çalışırken ve de kendisi Şato'yu kaosa sürüklemeye çalışırken kendi kendini dağıtıp paramparça etmesin diye bir önlem gibi bu dilsel ekosistemler. Kitaptaki 1. Ekosistem "kimisi çift kişilikli/ dikişsiz iklim ikircikli/ zibidi fiil pilli/ hisli tip itici/ ibiş cd birinci/ kinli girinti sivri/ iniltili stil gidici/ yitik lirik sicilli..." diye gidiyor; 2. Ekosistem "düşüncenin eni dar mı/ defterin teri aktı mı/titreşimin imi ciddi mi/ gelgitin iti ısırdı mı/ leşin eşi sinirli mi/ yalanın alanı yeterli mi..." diye gidiyor; 3. Ekosistem "harfin kardeşi çok/ dilin sahafı/ tenin çiçeği/ sesin başlangıcı/ nasihatin leblebesi çok..." diye gidiyor. Adı EKOSİSTEMLER olan ve sadece bu dizi dizi ekosistemlerden oluşan deneysel bir kitap da kesinlikle dikkate değer olurdu.
Özler zeka taslamıyor, fırlamalıkları var ama hemen dengeliyor onları, farklı olmak istediği kadar benzemek de istiyor. "Her cevap kendi canlısını yaratır" demiş. Bu kitapta yaratılan canlı başlıkta dendiği gibi ayı mı yoksa avcı mı, diye sorarak bitirelim...
Yeni yorum gönder