Yakın tarihli kitaplarda, dili, ritim oluşturacak şekilde kullanmak ve yaşanmış bir hikayeyi kurguyla birleştirerek korkutucu bir atmosfer yaratmak popüler hale geldi. Türk yazarlarda bu durum, biçimci gelenekle ya da yapıbozum teknikleriyle kol kola ilerlerken, çeviri edebiyatta bu tekniklerin kullanımı biraz çiğ kalıyor gibi görünüyor. Her çevirmenin kolay kolay altından kalkamayacağı ve editörlerine oldukça önemli işler düşen bu eserler, Türkçe "seslendirilirken", çoğu kez oluşan kopmalar ve kırılıp dökülmeler yüzünden akıcılığını kaybediyor.
Emma Cline’ın ilk romanı olan Kızlar'da, yirminci yüzyılın korkunç ama çok göz önünde olmayan bir çetesinden esinlenilmiş; Charles Manson ve “ailesi”. 1969 yılında, aralarında Roman Polanski’nin sekiz buçuk aylık eşi Sharon Tate’in de olduğu dört kişi, Manson’ın azmettiriciliğinde, bir grup genç kadın tarafından vahşice katledilmişti. Kurgu, karakterlerin ismi ve bazı küçük ayrıntılar değiştirilerek tasarlanmış olsa da Russell Hadrick, Manson’ın tüm çarpık çekiciliğini romanda gözler önüne seriyor.
Cline, okurun, zihnindeki ‒edebiyatın ünlü kalemleri tarafından oluşturulan güçlü anne ya da kaderini bekleyen kurban sınırlarına sıkıştırılmış‒ kadın figürü geleneğini yıkma imkanı bulabileceği bu hikayeyi kurgularken kadınlara ve yazarın ifadesiyle “kızlara”, kadın anlatıcının gözünden ve farklı bir açıdan bakmamızı sağlıyor.
Duygusal girdap ve ani çöküş
60’lı yılların ikinci yarısında Amerika; arayış içinde olan, sokaklarda hayatı kovalayan, uyuşturucu-müzik-seks döngüsüne hapsolmuş bir gençliğin egemenliğindedir. Böyle bir çevrede yaşayan, boşanmış bir anne-babanın on dört yaşındaki kızı Evie, parkta olanca pervasızlığıyla duran Suzanne’i görünce hayatındaki boşluğu fark eder. Annesi, yeni bir sevgili bulmaya çalışan ve bu uğurda başka kimliğe bürünen bir kadın; babasıysa kendinden yaşça küçük bir kadınla evlenmiş ama onun tarafından terk edilmek üzere olduğunu bile fark etmeyecek kadar aciz bir adamdır. En yakın arkadaşının sırt çevirdiği ve ilk aşkı tarafından reddedilen Evie, Suzanne’in davetkar gülümsemesiyle kendini Russell’ın çiftliğinde bulur.
Russell cazibe merkezi gibi görünse de Evie’yi kendine çeken Suzanne’dir. Kitap boyunca anlatıcının, kadınlarla (kızlarla) olan sürtüşmeli ilişkisine tanık oluruz. Annesinin yarattığı hayal kırıklığı, Connie’nin başka birini tercih edişi, Suzanne’in hayatında hep geri planda kalışı, Tamar’ın babasını terk etmenin eşiğinde oluşu… Her kadın karakter pastadan farklı bir pay alır. Anlatıcı yetişkin bir kadın olduğunda bile kendini, kaldığı eve gelen küçük kızı yanlışlarının yansımaları üzerinden tanımlamaya devam eder.
1969 ve günümüz arasında gidip gelen Kızlar’da belki de en dikkat çekici unsurlar, boş evlere gizlice girme sahneleri. Evie’nin komşusunun evine girdiklerinde çekmeceleri karıştırmaları, aynaya küçük izler bırakmak istemeleri hırsızlığı ikinci plana itmiştir. Bu sahnede, yarım kalan duyguyu simgeleyen kalp daha sonra cinayetin yaşandığı evin duvarlarında görülür. Günümüze gelindiğinde, davetsiz misafirler tarafından tehdit edilen konumuna geçen Evie, geçmişle yüzleşmek zorunda kalır. O zaman bile olacaklara ne katılabilir ne de engel olabilir. Pasif bir izleyici olmanın ötesine geçemez.
Okuru iki zaman arasında sürüklerken tanrısal bir cazibeyle kızları çağıran karakterler, her seferinde yarı yoldan dönerek Harikalar Diyarı’nın aslında ne kadar "yapış yapış ve kötü kokulu" olduğunu gösteriyor. Kurgusal kopukluklar olmasa da duygu aktarımındaki eksiklik bu romanın etkisini zayıflatıyor. Yazarın dil kullanımı nedeniyle Türkçeye aktarımda oluşan yetersizlik, okurda hayal kırıklığı yaratabilecek olsa da merak etmeyin, herkes bir gün Alice olabilir; yeter ki burnunun ucundakileri görmezden gelebilsin.
Yeni yorum gönder