Bir kadın olarak gelmiş bulunduğum gezegende, türümün türlü kırıklığıyla hallihamur oldum. Kadınlık uzun bir yol, zemini engebeli, takılıp tökezlenecek taşı, yuvarlanacak şarampolü bol. Lakin kadınlığın virajlı yollarında, uzakta, ufukta bazen, bazen tam şurada, burnumun dibinde erkek kırıklıklarıyla da kesişti yolum. Ne zaman bir tanesini görsem bastım frene, lastikleri yaktım ama durdum. Bir kitabın içinde çıktı karşıma misal, Sinek Isırıklarının Müellifi’nde bir Cemil’di bazen o 'kırık' adam. Bazen de bir filmin içinde buldum onu; Oslo, 31 Ağustos’ta bir Anders. Erkeklerin kazandığı bir dünyaya ikna edilirken bir yandan, erk bariton sesiyle bas bas bağırırken kulağımın içine, bu hayatın kıyısında köşesinde rastlaştığım, sesi kısık adamları başka sevdim. Kadınlık kırılırdı elbet, bir şekilde duyar görürdü herkes, dışarı doğru kırılmaya meyli vardı çünkü kadınlığın. Ama erkeklik, bir kahraman olmanı beklerken senden annen, baban, karın, çocukların, arkadaşların, içeri doğru kırılırdı, gizli bir fay hattı gibi. Babasını ilk kez ağlarken gören çocuğun şaşkınlığı ve merakı gibi bir şeydi o anti-kahramanlarla tanışmak benim için. Hâlâ da öyle.
(Görsel çalışma: Karen Ruimy)
Süreyyya Evren’in Sinan’ı, ki kendisi yazarın yeni kitabı Hiç Kimseyi İlgilendirmeyen Kişisel Bir Felaket’in kahramanı, o adamlardan biri oldu benim için. Daha ilk cümleden kartları açık, bilmediği bir yer değil yenilgi, kaybederse şaşırmayacak: “Hep zayıf oldum. Çok zayıf. İncecik. Karaktersiz. Silik. Gölgede. Tedirgin. Takipte. Bilemez. Sessizce sinirli. Hep arkadan geldim. İkinci. Gümüş madalya. Aynı bugünkü gibi.”
Sinan, annesi, anneannesi ve ablasıyla büyümüş, hâlâ onlarla aynı evde yaşayan, 30’larının sonunda bir adam. Evren, öyle bir Sinan anlatmış ki, onun bir roman kahramanı olduğunu unuttuğum anlar var. Otobüs durağında, Akbil sırasında, son sigarayı içmek için sinemanın önünde bekleşen kalabalığın arasında, Kadıköy’de mendirekte ya da vapurun en arkasında, yani bu topraklarda illaki yolumuzun kesiştiği 'annesinin oğlu' erkeklerden biri o. Sinan’ın en yakın arkadaşı Vehbi ise, erkekler dünyasındaki bütün altın madalyaların sahibi bir 'şampiyon'; başarılı ve şöhret sahibi bir yazar, kadınlar seviyor onu. Sinan’sa epeydir bitirmeye çalıştığı bir makale ile aklını yemiş bitirmiş; lakin ne yazarlıkta ne kadınlar konusunda zaferleri olan biri. Yine de sanki pek de derdi yok kazanmakla; ne zaman kazanır gibi olsa, o başarıyı sabote eden de yine kendisi. Arada isyan ediyor ama 'böyle güzel, böyle iyi' hissi de baki. Sinan’la Vehbi sık sık karşı karşıya kalıyor erkekliğin er meydanında. Tribünde hep kadınlar, bazen anne, bazen sevgili kılığında, kahramanlığın jürisi onlar, erkekliği sınıyorlar biteviye.
Bir kaybeden resmi çiziyor Evren, lakin itici değil Sinan. Kasedin B yüzündeki adamlardan biri; A yüzündeki 'hit'lere kıyasla, B yüzünde ıskalanmış ama iyi bir şarkı. 'Yırtık' değil sadece, bugünün vahşi rekabet ortamında kalabalığın içinde sıyrılmak için gereken en birinci 'erdem' olan yırtıklıktan eser yok onda. Sahne ışıklarının adamı değil. Provası yok. Hep olduğu gibi, bodoslama, yer yer patavatsız. Bıçak gibi keskin bir aklı var, tilkisi bol, tilkilerinden mütevellit bilinç akışı hiç durmuyor. Karşılaştığı her durumu didikliyor.
Tesadüfen katıldığı bir düğünde, olaylar enteresan bir noktaya evriliyor ve damadın babasını yumrukluyor Sinan. Peşine aynı aileden beklenmedik bir iş teklifi alıyor ve hayat burnunu hiç tahmin etmediği bir yere doğru çeviriyor. Bir kültür göreviyle, damadın sanat sevici ve ziyadesiyle güzel kız kardeşi ile tonla ülke geziyor. İyi para kazanıyor. Makalesini de tamamlayıp yayımlamayı başarıyor bu arada. Başarı duygusunun ondaki tezahürü sıradan insanlara kıyasla farklı; her şeyi bırakıp mağarasına geri dönmek istiyor her fırsatta. Çok geçmeden bu başarının ona hediye edilmiş, ona harçlık verilmiş bir başarı olduğunu hissediyor ve kendini 'esas oğlan' sanarken figüran olduğunu öğrendiği sahneden iniyor derhal. 'Evin erkeği' olarak annesinin de gözündeki itibarını yitirdiğini hissedince ömründe ilk kez bir kadın habitatı olan evini terk etmeyi deniyor. Bir kadından kaçıp başka bir kadına sığınmaya yeltenmek ne kadar evi terk etmekse o kadar…
Evren, bir deneme ya da kurmaca yazarı olarak ne yazdığını bilen, metnin denetimini asla yitirmeyen bir yazar olduğunu düşündürtmüştür bana hep. Yazarlığın alametifarikası kafa karışıklığından kendini ayıklamış, sözü berrak, taze ve turnayı ekseriyetle gözünden vuran bir yazar olarak bildim ben onu. Bu son roman da, onun yazarlık hünerinden nasibini almış. Evren, bu kitapta da gevezelik yapmıyor, boşluk doldurmuyor, baymıyor, yormuyor. Denemelerinden aşina olduğum politik duruşu kurmacanın içinde de baki. Artık dilimize pelesenk olsa da bu deyiş, sistem eleştirisi bu kitabında da var. Sinan’ın hayatına serpiştirdiği detaylar bugünün dünyasına referanslar veriyor sık sık: Simit sarayına dönüşen birahaneler, Akbillerle, İstanbulkartlarla, İSPARK’larla bütün şehri paraya tahvil eden belediyeler, Starbucks’ta Chai Tea Latte kuyruğu, günün modası gereği GDO’lu gulukoz şuruplu Efes yerine Tuborg yoksa Bomonti içmek, iPhone’da yol bulmak, saatlerce Farmville’den konuşmak... Kitap beri yandan yan yana koyduklarıyla da enteresan bir hava estiriyor: “Harbiye’de Dunkin Donuts’a oturup 90’ların Özgür Gündem’i üzerine konuşuyoruz ve tam o anda caddeden birbiri ardına motosikletli milliyetçiler bayraklar ve sloganlarla geçiyorlar. Hiç öyle bir şey fonda gerçekleşmiyormuş gibi Türkiye, Kürtler vesair hakkında tartışmayı sürdürüyoruz. Dunkin Donuts’da kahveler berbat”. “Bir şarap açıyorum. Papazkarası. Peynir, zeytin ve jambondan bir tabak hazırlıyorum. Bir film seyretmeye başlıyorum. Afgan savaşına giden Amerikalı askerler.”
Hiç Kimseyi İlgilendirmeyen Kişisel Bir Felaket, gündelik olaylar çevresinde cereyan eden bir hikaye olsa da, eril dişil kutuplarda gezinen, felsefesi bol bir kitap. Burjuvaziyle ve onun kent insanına dikte ettiği pek çok şeyle inceden dalga geçiyor. Gündelik hayatın içine serpiştirilmiş evliya tespitleri var. Ayraçsız okunacak ve bittiğinde illa 'bis' yapması istenecek kitaplardan biri.
Son iki aydır aralıksız dostoyevski, hesse, nietzsche ve tarkovsky okuyorken neden okumaya karar verdiğimi bilmediğim ama haftasonu başlayıp bitirdiğimde iyi ki okumuşum dediğim bir kitap oldu. Teşekkürler Melisa Kesmez.
Yeni yorum gönder