Babamı tanıdığımda 30 yaşındaydım. Çünkü ölmüştü. Yahut otuzlarımdaydım, o da hayattaydı. Fikir yürütmek üzerine araştırmalar yapıyordum. Türkçenin güzel söz öbeklerinden biriydi "fikir yürütmek": Emekleyen bir fikri ellerinden tutup ayağa kaldırıyor ve sanki ilk adımlarını atmaya başlayan bir bebekmiş gibi kendi başına ilerlemesi için çabalıyordum. Ancak, iş bu kadarla kalmıyordu. Büyük adamların “bu konuda bir fikir yürütüyorum” sözü araklamak tadı da taşıyordu. Başkasından çalınan bir düşünce de “fikir yürütmek” kapsamına alınabilirdi kolayca. Babamın her iki anlamda da bir fikir yürüttüğüne şahit olmadım. Az konuşan, çok çalışan ve fazla içen bir adamdı. Annelik doğal bir süreç taşırken babalık sonradan eklenen, eğer üzerinde durulursa ciddiyet kazanan bir durumdu ve babamın buna vakti yoktu. O da her erkek gibi çocuğun birlikte yapılan değil, sanki birdenbire bulunan bir şey olduğuna inananlardandı. Sessizliğini, durgunluğunu bu şaşkınlığa, bu tuhaflığa yoruyor, ben yaş aldıkça babamın gerçekle yüzleşeceğine ait temennimi koruyordum. 30 yaşıma kadar büyüdüm. Babam yıllarca düşündü. Tam bir fikir yürütecekti ki kalp krizi denen büyük ayaklanmaya yenik düştü. Cenazesine gidemedim. Çünkü hâlâ baba – evlat ilişkisi üzerine bir tez geliştirememiştik. Ben babamı anlamamıştım, o da benim kim olduğumu bir türlü çıkartamamıştı. Ben onu tanımıyordum, o da evdeki bu yabancının kökenini Camus’de aramayı bırakmamıştı.
Siyasi seçim reklamlarında Sezai Karakoç’un “Ey Sevgili” şiirini kullanan bir politik figürün başarı sonrası balkon konuşmaları yaptığını görmedi babam. Babam şunu da görmedi ki: Sezai Karakoç’un bir de “Balkon” adlı şiiri vardı; “Gelecek zamanlarda / Ölüleri balkonlara gömecekler / İnsan rahat etmeyecek / Öldükten sonra da”. Babam bir yalan üzerine kurduğu babalığını büyük bir dürüstlük üzerine kurduğu insanlığı ile barıştıramadı. Ne sahte zaferlerle avundu ne de balkonlarda konuştu. O, evimizin balkonunda çiçek yetiştirmeye, rakısını yudumlamaya ve haklı suskunluğunu çoğaltmaya devam ettirdiği için ölenlerdi. “Bütün bunlar neden oldu” diye tasalandı; “bütün yalanların sorumluluğunu üstlenebilecek bir merkez bulabilir miyiz” diye dertlendi. Ve gitgide yalanın parçası olmak yerine başka bir yalana dönüştü. Bunun da farkındaydı, üzüntüsü ondandı.
Babalar ve Oğullar Turgenyev’in kaleminde nihilistler, liberaller ve alttan alta Ortodokslar arasındaki çatışmalardan ilham alırken gerçek olarak algılanması için topyekun uğraşılan yalanların dökümü bugün bambaşka bir şeye dönüşmüş durumda. “Babalık vazifesi” ifadesi ile “annelik vazifesi” birbirini asla karşılamıyor. Çünkü annelik olan, babalık olunan bir şey. Baba, seçilen bir lider işte. Zamanla ilerde vazgeçilebilinecek bir lider. Her siyaset gibi o da yalanlar üzerine kurulu.
Uzun bir yolculuğa çıkanların ve özellikle de erkeklerin yol boyunca babalarını düşünmelerini babalarından uzaklaştıkları için hüzünlenmelerine değil, babalarından uzaklaştıkları için biraz sevinmelerine bağlamak gerek belki de. Körü körüne bağlanılan bir yalandan kurtulma ihtimalinin doğduğunu hissetmek. Ama o da sahte bir firar. Ama o da sahte aklanma. Çünkü yalan insanın gölgesidir. Çünkü her erkek evlat bir gün baba olup bu yalana eklenme riskiyle yaşayacaktır.
Babam Hakkında Bir Yalan temel eğitimi felsefe ve edebiyat olan, ardından ekoloji alanında da yetkinleşen John Burnside’a ait bir anı kitabı. Baba-oğul ilişkisini didik didik eden bu anı yumağının en ilginç yanı bir roman kurgusu taşıması. Zaten kendisi de kitabın bir roman olarak okunmasını salık verirken “Benim babasız olduğum ne kadar gerçekse, onun da bir oğlunun hiç olmadığı o kadar gerçektir,” diyor. Bu söz, aradaki kimi kopuklukların sonradan hayal gücüyle kurgulandığı ve bir nedene oturtulduğu hissini uyandırıyor. Anlamak, anlamlandırabilmek için hayallere ve yalanlara ihtiyaç duymamızın iç acıtan belgesi.
Kitabı okurken John Burnside’ın şiir kitapları da olduğunu aklınızdan çıkartmayın; neden mi işaret ediyorum; çünkü o da her şair gibi herkesten biraz daha fazla yalan söylüyor olabilir.
* Görsel: Dilem Serbest
11yaşında babasını kaybetmiş biri olarak, öncesinde de sonrasında da 30 yaşıma geldiğim bu zaman diliminde anladığım o ki; bu ülkenin ciddi sorunlarından biri de baba-oğul ilişkileridir. Bunun üzerine daha çok film yapılmalı, romanlar, hikayeler, şiirler yazılmalıdır...
Bu ülkenin kadınlarını tam bilemiyorum ama adamları kesinlikle sorunlu!
Yeni yorum gönder