

“Hayatımı inanmadığım şeyleri anlatarak harcıyorum. Tanrıtanımaz bir İncil âlimi, iblislerin insanların uydurması olduğuna inanan bir iblis uzmanıyım.” Kendini böyle tanıtan bir kahramanın romanı Şeytanbilimci. Tam da bu yüzden korku edebiyatının bıraktığı mirasın günümüzde hâlâ geçerli olduğunu, doğaüstüne inanmayan, içindeki bilinmeyen korkusunu inkar eden kahramanın geçirdiği dönüşümü vurgulayacak bir öykü vaat eden bir eser. Ne var ki, bu izlek henüz romanın başında ikinci planda kalıyor ve önümüze önce bir baba-kız, sonra da bir baba-oğul ilişkisinin takip edildiği farklı bir patika çıkıyor. Şeytan, üç koldan ilerleyen bu öykünün sadece kahramanı olmakla kalmıyor, aynı zamanda babaların ve çocukların yarım kalmış ilişkilerinin kesişim kümesinde yer alıyor.
Şeytanbilimci, okült bir konu işlemekle beraber, 19. yüzyıl sonu ya da 20. yüzyıl başı korku edebiyatının klişelerindense, Dan Brown’un çok satan kitaplarını hatırlatan bir şekilde ilerleyip, günümüz Amerikan romanının klişelerine bağlı kalmayı daha çok tercih eden bir roman. İblislerle dolu doğaüstü bir öyküden ziyade dramatik bir hayalet anlatısı olarak yorumlayabileceğimiz bu romanın Kanadalı yazarı Andrew Pyper, anlattığı öykünün gizemli yanını süslemek için 17. yüzyılın ünlü şairi John Milton ve onun başyapıtı Kayıp Cennet’i seçmiş kendisine. Milton’ın dizelerinin adeta birer şifreye dönüştüğü bu eserin adı “Milton’ın Şifreleri” olsaydı bu tercih romanın içeriğine biraz fazla gelebilirdi, ama yayıncılık açısından bakıldığında, en azından Anglosakson dünya için albenisi yüksek bir seçim olabilirdi. Birçok dile çevrilen bu roman çeşitli ülkelerde ismini korumuş, ama İtalyanca baskısında Milton’a şapka çıkarılmış ve “Kayıp Cennet” başlığı kullanılmış. Milton’ın dizeleri romanda sık sık karşımıza çıkıyor ve Columbia Üniversitesi’nde İngiliz edebiyatı bölümünde çalışan, uzmanlık alanı mitoloji ve Yahudi-Hıristiyan metinleri olan, bütün ününü de Milton’ın eseri üzerine yaptığı çalışmaya borçlu olan şeytanbilimci kahramanımıza yol gösteriyor ama ünlü şairin romantizmiyle meşhur Şeytan figürü çok da derinlemesine işlenmiyor ya da sorgulanmıyor. Açıkçası Pyper, kendi okurunu Milton ve eserlerine gönderecek bir etki yaratmamış ya da yaratmaya çalışmamış. Olumlu yanından bakarsak, Milton’ı sömürmemiş de; onu sadece romanı zenginleştirmek için kullanmış. Tabii ne kadar zenginleştirebildiği de tartışmaya açık.
Klasik korku edebiyatı, kahramanın iç dünyasındaki manevi karanlığı, öykünün ana temasıyla birebir ilişki içinde gösterir bize. Korku temasını yan unsurlarla süslemeye çalışmadan, yaşanacak trajediye başka trajediler eklemeden yapar. Özellikle 2000’li yıllarla birlikte, genç okurları hedefleyen Amerikan doğaüstü romanında sürekli işlenen “parçalanmış aile sendromu” gibi temalar, klasik korku metinlerinde yan unsur değildir. M. R. James, Algernon Blackwood ya da F. M. Crawford gibi önde gelen yazarlar, korkunun kendisi üzerine daha çok kafa yorarlar. Korku sadece aileyi parçalamak için değil, kahramanın parçalanması için de vardır. Amerikan doğaüstü romanı ise, Alacakaranlık serisinde veya Sookie Stackhouse romanlarında görüldüğü gibi genç bir kahraman yaratma peşinde olduğundan, önce kahramanın ailevi sorunlarını yerleştirip öyküyü bu yapının üzerine kurar. Andrew Pyper da Şeytanbilimci’nin ilk üçte birlik bölümünü bu yapıyı kurmaya ayırıyor. Bize kahramanımız ve anlatıcımız olan David Ullman’ın, ailesindeki parçalanmayla eşzamanlı olarak Şeytan’ın, daha doğrusu birtakım iblislerin peşine düşüşünü anlatıyor. Yine de Ullman’ın, başarısız bir ebeveynin kurbanı olan genç bir kahraman değil, tam da kızının kurbana dönüşmesine engel olamayan başarısız bir baba olması öyküyü, en azından ilk bölümlerde ilginç kılmaya yetiyor. Roman, bir baba-kız öyküsü olarak başlıyor ve bir şeytanbilimci olan kahramanın bilgisinin nasıl sınandığını anlatıyor: Hangisini çözmek daha kolay? İblislerin varlığını mı yoksa babaların yokluğunu mu?
Romanın bir noktasına kadar kızının başına gelen gizemli olayı aydınlatmaya çalışan David Ullman, eserin ortalarından itibaren geçmişte ağabeyinin ve babasının başlarına gelen trajediyi de aydınlatması gerektiğini fark ediyor. Bir yandan istenmeyen koca ve başarısız baba konumuna itilirken diğer yandan onu kendi yanlarına çekmek isteyen iblislerin ortasında kalıyor. İblislere inanmadığını daha en başta itiraf eden bu kahraman, aileye ne kadar inandığını da sorgulamak zorunda kalınca, sadece inanç anlamında bir dönüşüm değil, kendi babalık kimliği adına da bir dönüşüm geçireceğinin işaretlerini vermiş oluyor bize. David’in elinde iblislerin varlığına dair önemli bir kanıt var ama onun asıl aradığı, öldüğüne inanılan kızının yaşadığına dair bir kanıt.
İnişe geçen bir öykü
David’in elinde iblislerin varlığına dair önemli bir kanıt var ama onun asıl aradığı, öldüğüne inanılan kızının yaşadığına dair bir kanıt.
Andrew Pyper, bu gelgitleri romanın büyük bir kısmı boyunca iyi paylaştırmış, ancak son çeyrekte, tam da böylesine katmanlı bir öykünün en büyük numarasını göstereceği yerde, gizem yüklediği tüm unsurları aniden çözümlemeye çalışmış yazar. Bu nedenle zirve yapacağı yerde inişe geçen bir öykü çıkıyor karşımıza. David’in kızıyla, babasıyla ve Şeytan’la kurduğu köprüler bir anda indirilince, roman boyunca işlenen bu dünya ve başka dünyalar arasındaki sınırlara ilişkin tartışmalar da buharlaşıyor adeta. Bu eserin klasik korku edebiyatına ya da 21. yüzyıl doğaüstü romanına yapabileceği katkının gücü, baba-oğul-kız üçgenine yerleşen bir Şeytan öyküsünde yatıyor, fakat yazar, finalde farklı bir “tercih” yaptığı için okurun kafasındaki üçgen tamamlanmamış oluyor.
Şeytanbilimci romanının film haklarının, Gothika, Hayalet Gemi (Ghost Ship), On Üç Hayalet (Thirteen Ghosts) gibi korku filmlerinin yapımcısı ve Gizli Gerçek’in de (What Lies Beneath) yönetmeni olan Robert Zemeckis tarafından alındığını belirtelim. Adını andığımız bu filmlerin kimisi vasat kimisi başarılı bulunmuştu sinema çevreleri tarafından. Şeytanbilimci’nin sürükleyici bir filme dönüşmesi mümkün ama korku sinemasında kalıcı bir eser olur mu, geçici bir Milton rüzgarı yaratır mı ya da final perdesi orijinalinden daha olgun bir şekilde uyarlanır mı hep birlikte göreceğiz.
* Görsel: Mete Kaplan Eker
Yeni yorum gönder