Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Babayı hatırlamak



Toplam oy: 896
Paul Harding // Çev. Müge Atalay Bayyurt
Timaş Yayınları
Elimizdeki duygulu, naif bir hatırlama romanı; babayla hesabı barışarak, sevgiyle kapatan bir metin. Belki de ölüme huzurla gitmenin bir gereği olarak...

Ölüm döşeğinde insan neyi hatırlar? Az sonra ölmüş olacağımız için asla paylaşamayacağımız bir deneyim bu. Paul Harding’in Babamın Yalnızlığı isimli romanı da hayatının son sekiz gününde George Washington Crosby’nin zihninden geçenlerin bir dökümü. Gerçekçiliğinden asla emin olamayacağımız bir kurgu bu. 

 

Hatırlamanın kendisine has bir ritmi, yolculuğu var. George Washington Crosby’nin hafızası da çoğunlukla geçmiş zaman içinde zikzaklı, zıplamalı, atlamalı, ileri ve geri sarmalı bir ritme sahip. Tıpkı bozuk bir saat. İleri gitmiyor ama geri sarmakla da kalmıyor. Geride kaldığı zaman diliminin içinde hareket edip duruyor. Eski saatlerin içini kurcalamayı seven George’un hafızası da böyle çalışıyor işte. “Kontrol edilemez, irade dışı.” Kendisini hatırlamaya bırakan herkes gibi.

 

Bilincimiz kontrolü elden bırakınca ne olur? Bilinçdışında en çok yer etmiş olanlar su yüzüne çıkar. Bilinçdışı bugünden çok geçmişle örülü bir alan olsa gerek. George Washington Crosby de bilincin kontrolünü yitirdikçe, bilinçdışı konuşmaya başlıyor. Bu yönüyle anlatıya, uyur uyanık bir rüya halinin hâkim olduğunu da söyleyebiliriz. 

 

George’un bu yarı uyanık anlatısında kendisini dışarıya vuran ilk şey çocukluk. Çocukluk ama en çok da babanın ayak izlerinden takip edilen bir çocukluk. Tuhaf bir biçimde ilişki kurulamayan babanın anıları daha baskın çıkıyor. “George ölüm döşeğinde yatarken babasını tekrar görmek istedi. Babasını düşünmek istedi,” deniliyor anlatıda. Buradaki “istemek” yükleminden emin olamıyorum, çünkü bu bana -deminden beri konuştuğumuz “kontrolsüzlük” vurgusunu da hatırlarsak- hayli istemsiz bir düşünme gibi geliyor. Yazının başında sorduğumuz soruya George’tan ilham alarak bulduğum yanıt şu: “İnsan ölürken köklerini hatırlar. Çünkü ölüm bir yanıyla köklere geri dönüştür.”

 

Ata ile barışmak

 

Eski saatlerin içini kurcalamayı seven George'un hafızası da zikzaklı, zıplamalı, atlamalı, ileri ve geri sarmalı bir ritme sahip. Tıpkı bozuk bir saat.

 

 

George’un babası Howard epilepsi hastası ve sonunda çocuklarını, karısını bırakıp gitmek zorunda kalmış (ya da gönderilmiş). Howard’ın babası ise alzheimer hastası. Şunları söylüyor babası için Howard: “Bana göre babam adeta solup gözden kayboluyordu. Onu görmesi giderek daha da zorlaşıyordu. (…) Dünyadan azar azar sızıp gitti.”

 

Howard giderek solan ve gözden kaybolan bir babanın oğlu ve kendisi de sara nöbetleri esnasında bu dünyadan silinmeyi deneyimliyor. Bu anlardan birinde oğlunu ısırdığını bilemeyecek denli bilinç kaybı yaşıyor. Ve oğul George, babasının bu kopuşunun birinci dereceden tanığı. Şimdi de kendisi ölüm döşeğinde, dünyadan silinirken bütün bunları parça parça, dağınık hatırlıyor. 

 

George, babası tarafından ısırılmayı “korkunç bir şey” olarak tanımlıyor. Tanımın kendisinden çok dikkat çekici olan ifade şu: “İnsanın kendi atası tarafından ısırılmasının ne korkunç bir şey olduğu…” Baba sadece biyolojik ya da duygusal bir anlama sahip değil demek… Öte yandan “ata” ile hesaplaşma namına tek cümle bu. Metnin geneline hâkim olan hava ise barış. Elimizdekinin duygulu, naif bir hatırlama romanı olduğunu söyleyebiliriz. Babayla hesabı barışarak, sevgiyle kapatan bir metin. Belki de ölüme huzurla gitmenin bir gereği olarak… 

 

Oğulların yalnızlığı

 

George Washington Crosby ile babası Howard’ın yaşamları, bu anlatıda birbirinin içine geçiyor. Yine tıpkı rüyalarda mekanların ve kişilerin karışması, birbirine dönüşmesi gibi. George, belki de doğru düzgün tanıma şansı bulamadığı babasıyla bu sayede yeniden ilişki kuruyor. George ile Howard’ın yaşamları bu hatırlama metninde gerçeklikte olmadığı kadar sık yan yana düşüyor. 

 

Howard’ın babası da anlatıya dahil olunca şu çıkıyor ortaya; bu üç erkeğin hayatı adeta birbirini izliyor ve birbirine bağlı. Ama aynı zamanda “erkek olmanın trajedisi”ni açık edercesine bu bağlar “yaşarken” değil, “ölürken” bir anlatıya dönüşüyor. Babalar ile oğullar arasında kurulamayan bağların da romanı Babamın Yalnızlığı. İlişkinin öteki cephesinden baktığımızda ise okuduğumuz, “oğulların yalnızlığı.” Kadınlar hemen hemen hiç yoklar. Sadece George’un annesi Kathleen’e, babasıyla aralarında bir gölge, “ümitsizlik veren” ve babanın (dolayısıyla oğulun da) yalnızlığında payı olan bir gölge olarak yer veriliyor: “Ümitsizliği karısının onu bir budala, işe yaramaz bir tenekeci, ucuz dini dergilerden kötü dizeleri kopyalayan, saralı biri olarak görmesinden ve onun başını çevirip kocasını daha iyi bir şey olarak görmek için hiçbir sebep bulamamasından kaynaklanıyordu.”

 

Babalar ile oğulları arasında bir kement, bir köprü rolü oynamayı bilerek ya da bilmeyerek reddeden bu anne figürü; kurulamayan aile bağlarında basiretsizliklerin etkisi üzerine de düşündürüyor beni. Öte yandan anlatıda buna dair bir öfkenin izine rastlamıyoruz. Belki bir parça kırgınlık. Ölüm döşeğinde geçmişi hatırlarken hafızadaki baba imgesinin bu denli baskın çıkması, köklerin anne değil de, babayla ilişkilendirilmesi George’un cezalandırma yöntemi mi, diye düşünmeden edemiyorum. Ölmek üzere olan birinin annesini yalnızca babayla ilişkilenerek hatırlaması tuhaf geliyor. Annenin yaşarken üstlenmediği rol, oğul tarafından ölürken mi yükleniyor ona? Yoksa bu roman bir “baba-oğul” romanı olarak tasarlandığı için yazar, anne bahsini açmamayı mı tercih ediyor? 

 

Babamın Yalnızlığı, hatırlama metni olduğu kadar hatırlanma arzusuyla yazılmış bir metin olduğu izlenimi yaratıyor. Hayatının son sekiz gününde geçmişi ve babasını hatırlayan George bir yerde şöyle diyor: “Torunlarımın çocukları için birtakım söylentilerin yeniden düzenlenmiş, muğlak halinden başka bir şey olmayacağım; onların torunlarının çocukları için anlaşılmaz bir rengin açık bir tonu olmaktan öteye gidemeyeceğim ve onların torunlarının çocuklarının hakkında hiçbir şey bilmedikleri biri olacağım.”

 

George sanki biraz da bu yazgıyı değiştirmek isteğiyle hatırlıyor. George’a sorsak, o da kendi çocuklarının ölmeden önce kendisini hatırlamasını isterdi herhalde. Böylece torunlar için “birtakım söylenti”den daha fazla anlam ifade edebilirdi. Peki ya bu romanın yazarına sorsak: Hatırlanma arzusu hakkında neler söyler... Yazma eylemi, her yazının bir hatırlama olduğunu da düşünürsek, bu arzunun bir ürünü müdür acaba?

 

 


 

* Görsel: Ethem Onur Bilgiç

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.