Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

bahar meseleleri



Toplam oy: 826
Behçet Çelik
Can Yayınları
behçet çelik bu kitabıyla bize aşkın nadir bir tarifini sunuyor: geçici, uçucu, her gerçek kahraman gibi isimsiz olan anların bir toplamı. güçlü, yakıcı, yorucu ama bir o kadar da mesnetsiz.

behçet çelik birçok yazardan farklı olarak kahramanlarının duygularını tasvir etmekten ziyade adeta okuruna bulaştıran bir yazar. onunla birlikte, bunalımı anlamıyoruz örneğin, bizzat yaşıyoruz. çelik günümüz türkçe edebiyatında iç sıkıntısını en iyi anlatan yazarlardan biri. ikinci romanı soluk bir an’da ise bakışını aşk ve evliliğe yöneltmiş.

 

son on yıl, bu iki konuda çok şeyin söylendiği, yazıldığı, aşka olan inancın sarsıldığı, evliliğinse 'beyaz gelinlikle, siyah damatlıkla girilip beyaz kefenle, kara tabutla çıkılan' kurum olmaktan uzaklaştığı bir dönem oldu. artan boşanmalar, yürümeyen ilişkiler sosyolojinin konusu, edebiyat kalpte olup bitene bakabilir.

 

hayat diye yaşadığımız şey aslında toplumun bize gösterdiği bir yol. hepimizinki uzun ve sıkıcı, sonunda mutluluk değil, yürüyüş boyu huzur vaat ediyor. kimisi başkasını bilmediği, aklı almadığı için böyle yaşar. ama asıl ilginç olan sırf tembellikten, seçmek, seçiminde ısrar etmek, direnmek zor geldiğinden bu yolu yürümeye koyulanlar. 

 

orta sınıftan bir erkek için bu yol, lise, üniversite, askerlik, evlilik, çocuk… diye uzuyor. nefesi koşunun sonuna yetenleri can sıkıntısı, hayal kırıklığı ve güvenli bir yaşlılık bekliyor. aynı sınıftan kadınların sırtlarına binen yüklerle, yolun sonunu getirebileceği şüpheli. 

bazen adım attığınız bir evde, taze demlenmiş çay, yeni pişmiş çorba ya da demin silinmiş taşlarınkini bastıran bir duygu kokusu karşılar sizi. tıpkı bir parfüm gibi, baz notalarını sıkıntı oluşturur, öfke kalp, intikam ise üst notasıdır. birikmiş kırgınlıklar suskunluğa dönüşmüştür, evdekileri bir arada tutan birbirlerine duydukları yakınlık değil, evin dışındakilerden uzak durma arzusudur. hepimiz biliyoruz, o oturma odalarında, televizyon sesinin eşlik ettiği sessizlikten daha ağır pek az şey var şu dünyada. 

 

bu türden evlerin tarihinde aşka da sık sık rastlanır ama onları kuran daha ziyade yoldan çıkmak ve sonuçlarıyla ilgili korkudur. yalnızlık dünyanın en büyük laneti olarak görülüyor,  o yüzden insan bazen kimsesiz kalacağına gözünü oymaya hazır biriyle baş başa kalmayı bile tercih edebiliyor. ve yetişkinlik ömrünün başlarında alınan bu tür kararların pişmanlığı bütün hayatını işgal edebiliyor. 

 

 

 

gençlik yaştan bağımsız, son derece göreceli bir kavram, yirmi iki yaşında dört çocuk annesi bir yetişkin olmak mümkünken, yirmi sekiz yaşında master öğrencisi bir genç olmak da var hayatta. o yüzden bu dönemi, farklı tercihler yapabilme, yolunu değiştirebilme imkanı olarak görmek daha doğru bence. bir yandan da çoğumuz için bu aslında bir yanılsama. soluk bir an o imkan ya da yanılsama üzerine düşünme fırsatını sunuyor okuruna. ekmeğimizi kazanacak bir meslek ve günlük hayatın idamesinin yanı sıra mutlu olmakla ilgili ne öğrendik, nasıl bir deneyim biriktirdik büyürken? aklımızda, mutlulukla ilgili, birilerinin bizi takdir ettiği zamanlar ve aşık olunan o an dışında bir bilgi var mı?

 

hepimiz ya da çoğumuz aşık olduğumuz insanla hayatımızı birleştirmemiz gerektiği fikriyle büyüdük ama evliliğin aşkı öldürdüğünü de öğrettiler bize. öte yandan aşkla ilişkinin zıt kutuplar gibi birbirini ittiğini söylemek gerçekçi değil ama için için aşkı yaşatanın imkansızlık olduğunu da bildik. 

 

behçet çelik bu kitabıyla bize aşkın nadir bir tarifini sunuyor: geçici, uçucu, her gerçek kahraman gibi isimsiz olan anların bir toplamı. güçlü, yakıcı, yorucu ama bir o kadar da mesnetsiz. en azından kişinin kendisi için açıklanamaz. çelik, o anların sunduğu imkanları ve yarattığı kısıtları anlatıyor bize. okuruna kendi hayatı üzerine düşünmenin ipuçlarını sunan bir roman soluk bir an

 

 

has edebiyat bunu yapar zaten derseniz yerden göğe kadar haklısınız. öyleyse şu soruyu soralım, muhalif siyaset neden aynısını yapmıyor? neden bize kendi hayatımızı değiştirecek konularla ilgilenmeye değil, vicdanımızın sesini dinlemeye çağırıyor? biliyorum, her konu birbiriyle alakalı ama siz de kabul edersiniz ki doğal gaz zammı, çoğumuzun hayatını örneğin ifade özgürlüğüyle ilgili sıkıntılardan daha fazla etkiliyor. aradaki bağlantıları bir an için göz ardı etmemize ve birbirine bağlananlar ve en ihmal edilen üzerine düşünmemize izin verin, lütfen. yani fakirlik ve fakirleşme üzerine. 

 

marx’ın kapital’inin incil’den sonra dünyanın en çok okunan kitabı olduğu söylenir, malum. bence ikisiyle ilgili anlatılanlar da doğru değil. çünkü, evet servetin dünyadaki dağılımı bir vicdan değil sistem meselesi ama incil gerçekten bu kadar çok okunmuş ve ikna etmiş olsa, dünya yine de biraz olsun daha iyi bir yer halini alabilirdi, değil mi? kapital’e gelince, eğer söylendiği kadar çok sayıda kütüphaneye ve akla girmiş olsa bu sistemi anlayanların sayısı, anlama ve değiştirme konusundaki maharetleri daha fazla olmaz mıydı?

 

kapital hakikaten çetrefil bir eser. bu noktada size david harvey’den söz etmek istiyorum. 1935 doğumlu bu ingiliz adam son otuz yılın en önemli marksist yazarlarından biri, bence. onun uzun yıllar verdiği kapital’i okuma derslerini topladığı a companion to marx’s capital, marx’ın kapital’i için kılavuz adıyla geçen ay metis tarafından yayımlandı. kapital’e göre bölümlenmiş ve onu daha iyi yorumlamaya yardım etmeyi hedefleyen bu kitap asla kapital’i okumanın yerine geçmez, tam aksine onunla birlikte okunmalı.  

 

harvey, dünyanın en önemli yirmi sosyal bilimcisi arasında sayılıyor. hemen aklınıza sosyoloji ya da siyaset bilimi okumuş olduğu gelmesin, kendisi coğrafyacı ve şehir önemli ilgi alanlarından biri. göç ve kentlerin mutenalaştırılması türkiye’nin bu kadar gündemindeyken mutlaka okunması gereken kitaplardan biri olan paris, modernitenin başkenti adlı eseri geçen ay sel yayıncılık tarafından yayımlandı. sel, yazarın sermayenin muamması kapitalizmin krizleri adlı kitabını da, türkiye’nin önemli marksistlerinden sungur savran’ın çevirisiyle yayımladı. hepsi de bizim hikayemizi anlatıyor. 

 

bahar en azından benim yaşadığım istanbul’a yeni yeni geliyor; havaya sinen kokusu, sebzeleri, gevşeyen gönül yayları ve 1 mayıs’ıyla. behçet çelik ve david harvey’in tam zamanı değil mi?

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.