Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Barthes: Hem sağlam hem kırılgan



Toplam oy: 637
Louis Jean Calvet // Çev. Sema Rifat
Yapı Kredi Yayınları
Roland Barthes’ın hem entelektüel birikiminin hakkını veren, hem de kırılganlığını göstermekten gocunmayan bir eser.

Fransız göstergebilimci ve edebiyat eleştirmeni Roland Barthes hakkında yazılmış kapsamlı ve ayrıntılı ilk biyografi, Barthes’ın diğer yapıtlarının da pek çoğunu Türkçeye kazandıran Sema Rifat tarafından dilimize çevrildi. Kendisi de bir göstergebilim uzmanı ve dilbilimci olan Louis-Jean Calvet tarafından yazılan bu biyografinin en önemli tarafı pek çok tanıklığa dayanması. Ayrıca Calvet, bu çalışmasına temel kaynak olarak Barthes’ın kendi yaşantısı üzerine kaleme aldığı Roland Barthes kitabını almış.

 


Calvet’nin görüşme yaptığı kişiler arasında Barthes’ın yaşamına yakından tanıklık etmiş olanlar, özellikle de bu biyografi açısından önem taşıyan “entelektüel birliktelik” olarak tanımlanabilecek sıkı dostlar bulunuyor. Bu kişilerin Barthes’ın hayatında önemli yere sahip olmalarının başlıca nedeni, bu tür “entelektüel birliktelikler”’den fazlasıyla beslenmiş olması.
Calvet’nin kitapta sık sık vurguladığı bir nokta şu ki, Barthes, ilişkiye girdiği herkesten azami düzeyde yararlanmış bir entelektüel. Gerek sohbetlerde, gerek yaptığı okumalarda karşısına çıkan kuramları tuğla gibi üst üste koymak ve bunları kendi çimentosuyla birleştirerek yeni bir bakış açısı geliştirmek Barthes’ın çalışma yöntemi olmuş adeta. Dolayısıyla ona Saussure’ü tanıtan ve çözümlemelerinde dilbilimi kullanması gerektiğini gösteren kişi olan Greimas’ın tanıklığı pek çok başka tanıklıktan daha önemli. Ki, en eski dostu, ta çocukluktan başlayarak yaşamına tanıklık eden Philippe Rebeyrol, onu Barthes’ın “düşünce ustası” olarak niteliyor...


Önce kökler

 

Calvet, hemen her biyografi yazarının yapacağı gibi kronolojik bir çizgi izliyor. Fakat bilindik yöntemden fazlasını yaparak, Barthes’ın doğduğu yıl olan 1915’ten başlamıyor anlatısına; daha da eskilere giderek, yani Barthes’ın anne ve baba tarafının köklerine uzanıyor. Soyağacına doğru böyle bir derin kazı yapmak istemesinin nedenlerini açıklarken, “Ataların oluşturduğu şu ‘bedenin tarihöncesi’nin önemi az mıdır?” diye soruyor ve devam ediyor: “Bu küçücük aidiyet refleksleri üst üste konduğunda bir kişilik oluşmasına katkıda bulunur.”

 

Ailenin köklerine inerken bunu kuru bir bilgi aktarımı şeklinde yapmıyor Calvet. Sürekli olarak Barthes’ın gelecekteki yaşamında ortaya çıkacak durumlara, kişiliğindeki kimi özelliklere çapalar atıyor. Örneğin gelecekteki politik görüşlerini açıklamak için ailenin içinde bulunduğu yoksulluğu sebep olarak gösteriyor: “Bu yoksunluk, bu sıkıntı anılarından, içinde derin bir yoksullarla dayanışma duygusu kalacaktır, bu da gelecekteki siyasal pozisyonlarını bir ölçüde açıklayacaktır.”

 

Barthes’ın biyografisinde büyük trajediler dikkati çekmiyor aslında. Babanın erken kaybını bile bir avantaj gibi gördüğü söylenebilir yazarın. Öte yandan verem, yaşamını ve ruhunu altüst eden, ilerlemesini, çalışmasını engelleyen bir fren olarak dikkati çekiyor. En azından Barthes’ın algısında böyle bu. Calvet, Barthes’ın sanatoryumda geçen yıllarda da ürettiğini, makaleler kaleme aldığını söylüyor. Fakat Barthes açısından durum aynı değil. O her fırsatta bu yılların onun yaşamında büyük kayıplara yol açtığını vurguluyor. Sanatoryumda kaleme aldığı o makaleleri anmıyor bile. Barthes, “üretimsel yaşamı”nın çok daha sonra başladığını söylüyor. Calvet, Barthes açısından verem hastalığının bir temaya dönüşmesiyle ilgili şunları yazmış: “Onun çalışmasını, istediği gibi yaşamasını engelleyen şu katlanmak zorunda kaldığı baş belası, şu hastalık tema’sı söyleminde böylece ortaya çıkar ve yaşamı boyunca da varlığını sürdürür.” Oysa Calvet’ye göre sanatoryum her ne kadar Barthes’ı aktif güncel yaşamdan, eğitiminden geri tutsa da, orada kurduğu dostluklar ve yazmaya ayırdığı zamanlar düşünülürse pek çok avantajı da beraberinde getirmiş. Dahası, ona göre Barthes’ın Barthes olmasını sağlayan şeylerin başında önüne konan bu engeller geliyor. (Kitapta ilginç olan bir nokta Barthes’ın yaşamının tam ortasında patlak veren İkinci Dünya Savaşı’nın etkilerini yoğun olarak göremeyişimiz. Bunda sanıyorum o yıllarda Barthes’ın çoğunlukla sanatoryumda bulunmasının etkisi var.)



Siyasetle edebi ilişki

 

Lise yıllarında faşizm karşıtı bir grubun kurulmasına katılan Roland Barthes, sonraki yıllarda sokaktaki siyasetle arasında hep bir mesafe koyacaktır. Asla bir militan olmayacak, militanlığın bir tür teşhircilik, hatta isteri olduğunu düşünecektir. Calvet bu tutumun bir uzantısı olarak ele aldığı Barthes’ın 68 Mayıs’ına bakışını ve yaşanan polemikleri ayrıntılarıyla anlatmış. Bu konuya özel olarak ayrılmış bölümün başlığı da zaten pek çok şeyi açıklıyor: “Yapılar Sokağa İnmez”. “Siyasetle edebi bir ilişkisi vardır onun,” diyor yazar. Barthes’ın şu sözleri de bunu doğrular nitelikte: “1954 yılı dolaylarında bir göstergeler biliminin toplumsal eleştiriyi harekete geçirebileceğini, Sartre, Brecht ve Saussure’ün böyle bir proje içinde bir araya getirilebileceğini düşünmüştüm.”

 

Kitapta Barthes’ın Marksizmle ilişkisine, Stalin’e bakışına, hatta Sartre’la, Brecht’le diyaloglarına, daha sonra Camus’yle girdiği polemiğe hep bu perspektiften yaklaşılıyor. Barthes’ın yolu daha pek çok Fransız düşünürü ve edebiyatçısıyla da kesişiyor. Az önce saydığım isimlerin yanı sıra Paris çevrelerinde karşısına pek çok önemli kişi çıkıyor. Bunlarla dostluklar kurduğu gibi, tartışmalara da giriyor. Foucault mesela... Barthes’ın yaşamı bize bir dönemin aydın çevreleri, felsefecileri ve edebiyatçılarıyla ilgili olduğu kadar, siyasal ortama dair de önemli tanıklıklar sunuyor. 

 

“Kendimi entelektüel açıdan sağlam, varoluşsal açıdan kesinlikle kırılgan hissediyorum,” diyen Barthes’ın hem entelektüel birikiminin hakkını veren, hem de kırılganlığını göstermekten gocunmayan bir eser elimizdeki.

 

 


 

 

 

Görsel: Kürşat Çetiner

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.