Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Başarılı bir ilk roman



Toplam oy: 878
Gülce Başer
Remzi Kitabevi
Gülce Başer'in yapıtı, polisiye roman seven veya "kaçış zevkini" doyasıya tatmak isteyen okuyucuya hararetle önerilecek bir roman.

Bu satırların yazarı gibi seksenine merdiven dayamış ve kendince dolu dolu yaşamış kıdemli bir okuru, konusuyla şaşırtacak az roman vardır yeryüzünde... Okuyucu “konusuyla” dediğimi bir tarafa not etsin. Yoksa anlatımıyla, anlatımındaki incelikle en sıradan konuyu bile sıcak bir yaz günü, ev yapımı buz gibi bir limonata tadıyla sunan yazarlar elbette her zaman var olacaktır.

 

Edebiyat tapınağının kıdemli gardiyanlarının hep küçümsediği polisiye roman ise genellikle yukarıdaki değerlendirmemin dışındadır; her zaman sizi konusuyla da şaşırtan bir polisiye roman yazarı karşınıza çıkar. Polisiye roman belki de okuyucunun ondan sessiz sedasız beklediği işlevi, dolu dolu yerine getirdiği için bu böyle... O işlevse “kaçış zevkini” verme. Hele bugünlerde; birçok kişinin, birçok olay ve gelişmenin bir kere daha dönüp bakmaya bile değmediği bugünlerde hepimizin kaçmaya, bütün bu zırvalıkları unutup polisiye romanın sihirli halısına binip başka âlemlere gitmeye gereksinimi yok mu? Tabii gerçekten “muamma içeren suçu” anlatan polisiye öyküleri ve romancıları kastediyorum.

 

Gribin beni yere serdiği hafta okuduğum bir polisiye roman, Gülce Başer’in ilk polisiye romanı olan Bir Ceset Bir Söz beni çok şaşırttı; hem konusuyla hem de çizdiği ilginç Nihal karakteriyle. Gülce Başer kitaptaki tanıtım yazısından anladığımız kadarıyla ilginç biri olmalı... Boğaziçi Üniversitesi’nin İşletme bölümünden mezun olmuş ama yıllarını ömür törpüsü bir bankada yahut benzer bir kurumda geçirmek yerine şiir yazmış, şiir üzerine yüksek lisans yapmış ve de kadim edebiyat dergimiz Varlık’ta çalışmış. En olgun yaşında da ilk polisiye romanını kaleme almış.

 

Bilinen bir gerçeği yinelemek isterim; kadınların edebiyat içinde en başarılı oldukları alanlardan biri polisiye romandır. Klasik polisiye edebiyatın gelmiş geçmiş en büyük kalemi Agatha Christie bunun en güzel örneği değil midir? İncil ve bir zamanlar her Çinliye zorla okutulan Mao’nun Kızıl Kitap’ından sonra bütün dünyada en çok okunan kitaplar Christie’nin romanlarıdır. Hâlâ da yeni baskıları yapılır ve yeni kuşaklar bunları keyifle okur. Düşünün tam 128 dile çevrilmiş ve en kötümser tahminle 500 milyon adet satmıştır. Bu yüzdendir ki yeni polisiyeleri okurken,yazarı kadınsa daha dikkatli olurum. Gülce Başer’in Bir Ceset Bir Söz’ünü okurken de okumaya böyle bir “ön niyetle” başladım ve tam anlamıyla keyif aldım ve yazara kızdım: Bugüne kadar niye bekledin? Böyle marifetli, ironik ve iyi kurgu yapan bir kalemin var da niye daha önce yazmadın? Ahmet Haşim’de, bilemedin Asaf Hâlet Çelebi ile Turgut Uyar’da kalmış bir şiir okuru olarak senin yazdığın şiiri kıymetlendirmem mümkün değil ama, hiç övünmeden söylüyorum, yazdığın polisiye roman hakkında konuşabilirim... Neden dersen; edebiyat tapınağının kadim gardiyanlarının hiç önemsemediği bu cazip edebiyat koluna ait ülkemizdeki ilk kitabı hem de sahafların tabiriyle tuğla gibi (!) iki cilt kitabı yazdım ve 65 yıldır keyifle polisiye roman okurum ve bu konuda kıymet hükümleri oluşan ve de düşünen biriyim. Neyse ki çok gençsin ve lütfen polis romanı yazmaya devam et.

 

Başarılı bir karışım

 


Polisiye roman eleştirisi yaparken romanın konusunu anlatmak okuyucuya haksızlık olur; ama birkaç söz söylemek zorundayım. Kadın polisiye roman yazarları, genellikle, Anglosaksonların “Whodunit” dedikleri (benim “Katil kim?” türü dediğim) türde yazarlar. Gülce Başer’in asıl özgünlüğü, yazdığı romanın bu tür ile gizli servisleri konu alan casus romanlarının başarılı bir karışımı olması.

 

Roman geleneksel bir başlangıçla, bir cinayetle başlıyor; başkahramanımız Nihal, kocası Ahmet’i evlerinde öldürülmüş buluyor. Kurgu gayet başarılı ilerliyor; cinayet masasından iki komiser, Özlem ve Hakan geliyorlar; geleneksel incelemeler ve sigortacı bildiğimiz Ahmet’in üst düzey bir istihbaratçı olduğunu öğrenmemizle yapıt hız kazanıyor. Müstakbel okuyucu hiç merak etmesin başka bilgi vermeyeceğim ama başkahramanımız Nihal’e dikkat etmelerini söylemekle yetineceğim. Nihal sıradan bir kadın değil; okumuş, kıymet hükümleri oluşmuş, ölesiye 54sevmesini bilen biri ama özgünlüğünü yalnız bunlar teşkil etmiyor; kocasının eski karısıyla sıkı dost olabilmeyi de başaran biri o.

 

Yukarıda da değindim gibi, 65 yıldır polisiye roman okurum; Türk polisiye edebiyatında Nihal kadar çarpıcı bir kadını bir tek romanda, Peyami Safa’nın Server Bedi adıyla yazdığı, kadri kıymeti bilinmemiş küçük bir başyapıt olan Selma ve Gölgesi’nin kahramanı Selma’da görmüştüm.

 

Yapıtın bir başka başarılı tarafı, gizli servis elemanlarının ruh durumlarını anlatışı; sanki Gülce Başer eski bir MİT mensubu. Kadim dostum Osman Aysu da bu işi iyi yapar ama neredeyse bütün yaşamı gizli serviste geçmiştir onun. Özgün ve çarpıcı Nihal bir tarafta, gizli servis savaşları diğer tarafta, polisiye kurguyu o kadar iyi sürükleyip götürüyor ki, iyi polisiye romanlar için söylenen “Bitirmeden uyku yok” sözü Gülce Başer’in romanı için aynıyle vâki...

 

Sonuç olarak Gülce Başer’in yapıtı, polisiye roman seven veya “kaçış zevkini” doyasıya tatmak isteyen okuyucuya hararetle önerilecek bir roman. Şunu da vurgulamak istiyorum; toplumsal romanın son yıllarda unutulup giden işlevini polisiye romanın üstlendiği tespitini Gülce Başer’in romanı da doğruluyor. Yazarımız ukalalık etmeden, nutuk atmadan romanında başörtüsü meselesinden dergahlara, hızla değişen kıymet hükümlerinin erozyona uğramasına da, gerek Nihal’in kişiliğinde gerek başarıyla çizdiği bitmiş, tükenmiş ama yine de bir şeyler yapmak için çalışan polis ve gizli servis elemanlarının dili ve hareketleriyle iletmesini biliyor.

 


 

* Görsel: Emre Karacan

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.