China Miéville –okurlarının da bildiği gibi– eserlerinde politik duruşunu sergiler, “öteki” kavramını irdeler, modern insanın, uygarlığın sıkıntılarını başka dünyalar üzerinden anlatır. Elçilik Kenti, bu özelliklerin tamamını barındıran, bu yüzden de Miéville’in sadık okurlarını şaşırtmayan bir roman. Başka dünyalarla aynı dili konuşabilir miyiz? Konuşamasak da aynı kümede kesişebilir miyiz? İşte bu gibi soruların cevabını arıyor yazar. Aslında iddiası basit, ama içeriği bir o kadar derin ve zor bir kitap bu. Temel meselesi “dil” olduğu için, dilbilimle, iletişimin felsefi tarafıyla ilgilenen okurların daha çok kendini kaptıracağı bir roman olduğunu belirtmekte fayda var. Yine de, “sıradan” bilimkurgu okurlarını dışlayan bir öykü anlatmıyor yazar. Romanda savunduğu ya da tartışmaya açtığı kavramları ve fikirleri sık sık tekrarlıyor, romanın ana temasını unutmamamız için çerçeveyi sağlam tutmaya çalışıyor. Dil dediğimiz şeyin ne olduğuna dair bir roman okuduğumuzu, dilin de insanın bu dünyadaki varoluşunu belirleyen bir etken olduğunu neredeyse her satıra yediriyor.
Elçilik Kenti’nde olaylar, insanlığın yerleştiği Arieka gezegeninde geçiyor. Bu gezegende, Ev Sahipleri olarak anılan Ariekalılar ile Elçilik Kenti’nde yaşayan insanlar arasındaki imkansız iletişimin öyküsünü anlatıyor Miéville. İletişimin “imkansız” olmasının sebebi, Ariekalıların iki ağızla ama tek zihinle konuşmaları. “Ev Sahiplerinin zihinleri onların ikili dillerinden ayrılmazdı. Diğer dilleri öğrenemez, onların varlığını ya da bizim birbirimize çıkardığımız seslerin kelime olduklarını algılayamazlardı.” Bu yüzden, insanların bu tuhaf varlıklarla anlaşabilmek için muhtaç oldukları aracılığı “Elçi”ler sağlıyor. Elçiler, gezegenin yerlilerine denk gelecek şekilde, iki kişilik bir ekip aslında. Miéville, Ev Sahipleri üzerinden tekil bir çoğulluğu, Elçiler üzerinden de çoğul bir tekilliği kurmaya çalışıyor. Bunun kurulup kurulamayacağına dair çelişki de, romanın önemli izleklerinden birini oluşturuyor. Buradaki kilit unsurlardan en önemlisi, Ev Sahipleri’nin dilinde “yalan” diye bir kavramın olmaması. Bu dilde, “her şey bir hakikat ifadesi.”
“Yalan Festivali”
Öykü, başkarakterimiz Avice tarafından anlatılıyor bize, fakat alışageldiğimiz anlamda bir kahraman değil Avice; o daha ziyade bir anlatıcı, bir aracı. Ev Sahipleri ancak hakikatin ifade edildiği bir dil kullanırken, bazı insanların fiillerinden hareketle bir “benzetme” ya da mecaz kullanabiliyor, insanların diline yakın ifadelerde bulunabiliyorlar. Bu “benzetme”ler, “yalan”a giden yolda önemli bir durak oluyor Ev Sahipleri için. Roman boyunca bir yalanın nasıl doğruya dönüşebileceğini de görüyoruz. Avice de bu noktada önemli bir rol üstleniyor, hem Elçiler ve Ev Sahipleri hem de biz okurlar için. Romanda da ifade edildiği gibi, Avice başlı başına bir “benzetme” değil sadece, o “bir hikaye.” Tüm karakterleri, mekanları ve olayları dil kavramı çerçevesinde kurguluyor Miéville. Kısacası, romanın asıl kahramanı “Dil.”
Ev Sahipleri’nin dili, “düzenlenmiş bir gürültüdür, hepimizinki gibi ama onlar için her sözcük bir hunidir. Bizim için her kelime bir şey demekken, Ev Sahipleri için her biri bir açılımdır. O göndergenin düşüncesinin, o kelimeye giden düşüncenin kendisinin görülebileceği bir kapı.” Bu şekilde, göstergebilim bağlamında tanımlanarak anlatılabiliyor bu dil, fakat dilin ne olmadığını anlatmak, hem romandaki karakterler hem de bizim için oldukça soyut bir konu olduğu için, yazar kitap boyunca bu tartışmayı somutlaştırmaya çalışıyor.
Ev Sahipleri’nin dilinde her şey ancak “gerçek” olarak ifade edilebildiği için, yalan söylemek onlar için bir mucizeye, hatta bir performansa, sanata dönüşüyor. İnsanlar, Elçilik Kenti’nin kuruluşundan itibaren “Yalan Festivali” düzenliyor ve böylece aynı dili konuşmak için yavaş yavaş yalan söylemeyi söküyor Ariekalılar.
Bir manipülasyon aracı olarak dil
Asıl hikaye, yeni gelen Elçiyle başlıyor. Ez ve Ra’nın bir araya gelerek oluşturduğu yeni Elçi EzRa, aslında birbirinden çok farklı iki karakterin yan yana gelmesinden oluşuyor. EzRa konuşmaya başladığında, Ev Sahipleri gizemli bir şekilde kendilerinden geçmeye, bir nevi sarhoşluk ya da vecd hali yaşamaya başlıyor. Bu noktadan itibaren “hitabiler” deniyor onlara. Elçiler, başka bir deyişle “hatipler” ne derse desin, kendinden geçiyor hitabiler. Elçilerin dili uyuşturucuya, hitabiler de bağımlıya dönüşüyor. Bir yandan da yalan söylemeyi çeşitli tekniklerle başaran Ariekalılar ile yalan kültürünün gerçekliğe zarar verdiğini düşünenler arasında bir ayrışma ortaya çıkıyor ve işin ucu önce cinayete, sonra savaşa kadar gidiyor. Kendilerini bu bağımlılıktan kurtarmaya adayanlar da bu mücadeleye dahil oluyor. Ev Sahipleri kendi içlerinde bölünerek değişmeye başlıyorlar. Böylece iletişimin nasıl olup da iletişimsizliğe evrildiğini, dilin bir manipülasyon aracı olarak nasıl kullanılabileceğini, hitabetin içerikten bağımsız olarak her şeyi değiştirebileceğini, dediklerimiz ile ne demek istediklerimiz arasında büyük bir uçurum olsa bile bunu anlamanın imkansız bir proje olup olmadığını düşündürüyor Miéville.
Elçilik Kenti, dil ve hakikat, iletişim ve iktidar üzerine yan okumalar yapmaya teşvik ediyor bizi. Yazar, diğer romanlarında olduğu gibi burada da bilimkurgunun felsefeyle ve bilimle olan akrabalığını ön plana çıkarıyor. Ortaya çıktığı yıllarda fizik ve biyoloji gibi doğa bilimlerinden beslenen, yirminci yüzyılın sonlarına doğru sosyal bilimlerin doğa bilimleriyle başrolünü paylaşmaya başladığı bilimkurguya, dilbilim ve özellikle de göstergebilim alanından önemli bir müdahalede bulunuyor. Uygarlığın, gri bölgelere, müphemliklere, ikircikliliğe izin vermeyen totaliter yapısı üzerine önemli bir eleştiri olarak da okumak mümkün bu romanı. Yadırgatma unsurlarını ustaca kullanıyor Miéville, aynı dili konuşmaya çalışan “öteki”nin öyküsüyle bizim kendi dilimizi ve uygarlığımızı nasıl kurduğumuzu düşündürüyor, değişim ve devrim adına yeni bir dil kurmanın da mümkün olup olmadığını tartışmaya açıyor böylece.
Görsel: Nihan Sarı
Yeni yorum gönder