Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

BaşkaDünyalar // Fantastiğin tılsımı



Toplam oy: 693
Friedrich De La Motte Fouque // Çev. Zehra Kurttekin
Can Yayınları
Tılsımlı Yüzük, fantastik kurgunun belirleyici unsurlarının neredeyse tamamına sahip olmasının yanında, hem yazıldığı hem de konu ettiği dönemin baskın ruhunu tüm açıklarıyla resmediyor.

“Gelecek öykülerin yazarı şu anda telaşlı bir sevinç içinde çalışmasına başlıyor. Ormanlara, kırlara, pek yakında katılacağımız savaşlara, şenliklere, matemlere, düğünlere bütün kalbimle hoş geldin,” diyen ve “güzide okura” seslenen bir önsözle başlayan Tılsımlı Yüzük, fantastik içeriğiyle, romantik biçimiyle, genel okura seslenen naif diliyle, heyecanı yükselten gotik atmosferiyle, Ortaçağ romansı klişeleriyle dönemini gayet hakiki bir şekilde yansıtan bir macera romanı olarak karşımıza çıkıyor. Baron Friedrich de la Motte Fouqué’nin ilk olarak 1813’te yayımlanan bu eseri, Almancanın olduğu gibi tüm 19. yüzyıl fantastik edebiyatının da önemli eserlerinden biri. Tolkien de dahil olmak üzere önde gelen fantastik kurgu yazarlarına ilham veren Tılsımlı Yüzük, belki Türkçede daha önce okuduğumuz diğer Fouqué eseri Undine kadar yüksek bir romantizme sahip değil, ayrıca onunki kadar ciddi bir meselenin (ölüm/ölümsüzlük meselesinin) peşinden gitmiyor ama Undine’nin masalsılığını kat kat fazlasıyla bulabileceğimiz bir kahramanlık hikayesi anlatıyor.

 

Genç kahramanımız Otto von Trautwangen’in, Tuna Nehri kıyısında yer alan bir şatodaki sıradan yaşamından sıyrılıp sıra dışı maceralara atılarak bir kurtarıcı şövalye haline geleceği bu fantastik yolculuk öyküsünün başlangıcında, uzaklarda bir yerlerde muhteşem şeylerin beklediğini düşünen fakat yine de öte diyarlara adım atmaktan, evini ve çok sevdiği kuzini Bertha’yı terk etmekten sakınan bir şövalye adayı çıkıyor karşımıza. O sıralarda düzenlenen bir haçlı seferine katılan kafileyi, görkemli savaşlara girecek olan şövalyeleri gördüğünde etkileniyor Otto, ama işte o noktada kitaba ismini veren tılsımlı bir yüzük giriyor devreye. Soylu bir leydinin ve onun tuhaf güçlere sahip yüzüğünün ihtişamına kapılıyor ve bir şövalye olup yüzüğün ve leydisinin hizmetine girmeye karar veriyor. Bu girizgahın ardından bizi uzun sürecek bir yolculuk bekliyor. Otto’nun serüvenine katılan farklı şövalyeler, hem Doğu’dan hem de Batı’dan çıkıp gelen kahramanlar, çeşitli ülkelerde girişilen çarpışmalar, düellolar, efsunlu kadınlar, mitolojik atıflarla ortaya çıkan karakterler, âşıkların öykülerini anlatan şarkılar ve şiirler, yüzeye çıkan sırlar, yeni tanınan anneler, babalar ve kardeşlerin öyküleriyle birlikte dallanıp budaklanan ve elbette yine eve dönüşle sona erecek uzun bir yolculuk…

Tılsımlı Yüzük, fantastik kurgunun belirleyici unsurlarının neredeyse tamamına sahip olmasının yanında, hem yazıldığı hem de konu ettiği dönemin baskın ruhunu tüm açıklarıyla resmediyor. Öncelikle erkek dünyasının, erkek kahramanlığının hikayesini anlatıyor Fouqué. Kadın karakterler olay örgüsünde yer yer kilit roller oynasa da genellikle arka planda kaldıklarını ya da özellikle efsunla ilişkilendirildiklerini görmek mümkün. Arada sırada karşımıza çıkan romantik öykücüklerde bile asıl anlatılan kadın-erkek ilişkisi değil, erkekliğin veçheleri oluyor. Hıristiyanlık bazen satır arasında bazen de direkt bir biçimde romanın başından sonuna dek yüceltiliyor. Düellolar da fazlasıyla ön plana çıkıyor soyluların dünyasının anlatıldığı bölümlerde. Şeref, asalet gibi kavramlar ölüm kavramıyla birlikte baş tacı ediliyor. Alman romantizmiyle bağdaştırabileceğimiz yıllarda yazılan ve bundan yüzyıllar öncesini anlatmayı seçen bir romanın yazarı ayrıca birkaç kuşaklık bir asker olunca, milli vurgular ve anlatımı sayfalar boyunca sürüp giden askeri stratejiler, taktikler de eksik olmuyor. Kahramanımız Otto’nun ve diğer karakterlerin sahip olmaya çalıştığı tılsımlı yüzük ise efsunlu olduğuna inanılmasının yanında, kaçınılmaz olarak hem erkeğin birlikte olmak istediği kadının hem de yüzükle birlikte gelecek arazilerin ve aristokratik unvanın da üzerinde bir mülkiyet sağlıyor.

 

 

Kurtuluşa ve kurtarışa giden bir macera

 

Romanın dönüm noktalarından birinde karşımıza, Otto’dan sonra en önemli karakter olarak görebileceğimiz, Arinbiörn adlı Kuzeyli bir figür çıkıyor. Arinbiörn’ün öyküye katılışı önemli, çünkü romanın en başından beri vurgulanan o medeni ama ölümcül düello sahnelerinin kapladığı, kan akıtmanın nezaketle, asaletle iç içe anlatılır hale geldiği o aristokratik dünyanın şövalyelerine karşı, barbar bir kahraman doğuyor. Yine eserin yazıldığı ve anlattığı dönemi hatırlayarak düşünürsek, böyle bir romanda böyle bir kahramanın ortaya çıkması manidar gözüküyor, çünkü Fouqué, bize Avrupalı beyaz erkeğin kökenlerine, kısacası Avrupalılık kimliğine dair yaşanan bunalımı, o uygarlık ve barbarlık arasında gidip gelen huzursuz arayışı da yansıtmış oluyor. İskandinav kökenlerin Avrupa edebiyatında, özellikle de gotik unsurları sık sık kullanan böylesi bir kitapta bu şekilde karşımıza çıkması, adı “gotik” olan bir edebiyatın etimolojik, coğrafi ve tarihsel kökenleri düşünüldüğünde oldukça ilginç. Öykünün sonlarına doğru aristokrat, saygın, zengin, şövalye gibi sıfatlarla tanıdığımız başka bir kahramanın da aslında Kuzeyli bir barbar olduğunu öğreniyoruz. Fouqué bu oyunu bize roman ilerledikçe sık sık oynuyor.

 

Kuzeyli kahramanımızın öyküye katılmasından sonra maceranın rotası Kuzey’e kırılıyor ve hem Otto’nun karakteri hem de yolculuğun seyri değişiyor. Otto, romanın belli başlı noktalarında yenilen, yıkılan, yalnız kalan, kaybeden, terk edilen bir kahraman ama yine bu noktalarda bizi sürekli olarak bir kader değişimi, destansı bir tesadüf, aniden öğrenilen gizemli bir gerçek, ölü sanılan bir tanıdığın aniden belirmesi, kimliği öğrenildiğinde dehşete düşülecek yabancı karakterler gibi sürprizler bekliyor. Yazar, karakterlerinde her daim bir dönüşüm yaratmaya çalışıyor. Yine de sonuçta kurtuluşa ve kurtarışa giden bir macera diyebiliriz bunun için.

 

Büyülü ayna, efsunlu kule, tekinsiz ikiz, büyülü yüzük gibi fantastik kurgunun birçok klasik unsurunu görebildiğimiz bu romanın en önemli yanı, tarihsel kurguyu, şövalye romansını doğaüstü öğelerle harmanlarken söz konusu klişelerin nasıl ve neden klişe haline geldiğini açıkça gösterebilmesinde gizli. Fantastiğin tılsımı ise bazen yüzükte ya da kılıçta değil, hakikatte saklı. Ya da yazarın önsözündeki deyimiyle, “yalın gerçek”te.

 

 


 

 

 

Görsel: Akif Kaynar

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.