Arcturus’a Yolculuk, ilk olarak 1920’de yayımlanan ama bilimkurgu ve fantastik edebiyat çevrelerince 1960’larda itibar görmeye başlayan, İngilizce dışındaki dillere ise ancak 1970’lerden sonra çevrilen, gölgede kalmış bir klasik. Bu kült eserin, yazar David Lindsay’nin ölümünden (1945) çok uzun zaman sonra ses getirmesinin ve spekülatif kurgu alanında nevi şahsına münhasır romanlardan biri olarak kabul edilmesinin sebebi, öncelikle romanın türüyle ilgili olsa gerek.
Bu kitap bildiğimiz bilimkurgulardan değil, çağdaşı olan fantastik kurgu eserlerle yer yer paralel içeriklere sahip olsa da, onların yanında oldukça muğlak kalan bir öyküye sahip olmasıyla fantastik kurgu şeklinde genel bir niteleme de yapamıyoruz. Yapabileceğimiz en iyi nitelendirme “felsefi roman” olabilir belki. Özellikle varoluşumuzun, ruh/beden ikilemlerimizin, dünyevi sınırlarımızın, cinsiyet meselelerinin, bildiğimiz dünyanın gerçek dünya olup olmadığının tartışıldığı, uygar insanın icat ettiği tüm kavramlara karşı söyleyecek bir sözü olan bir roman bu. Tipik bir fantastik kurguda karşılaşacağımız “yolculuk” temasının işlendiği, fakat bunun kahramanın son yolculuğu olduğunu öykünün başından itibaren bildiğimiz bir roman.
Aslında romanın açılışı, 20. yüzyıl başlarına yakın tarihlerde kaleme alınan okült gizem öykülerini hatırlatıyor. Mistik bir öyküye gireceğimizi seziyoruz, ama söz konusu mistisizmin bizim tahminimizden çok daha farklı boyutlarda olduğunu romanın sonlarına doğru keşfediyoruz. Geç kalmış bir Viktoryen dönem öyküsü gibi ilerleyen öykü, ilk bölümün ardından ilk ters köşesini yapıyor. Lindsay, bir H. G. Wells eserinde görebileceğimiz ve bizi romanın bir bilimkurgu olduğuna ikna edecek türden bir yolculuk bileti kesiyor. Arcturus adlı yıldızın, üzerinde yaşam olan tek gezegeni Tormance, bu yolculuğun varış noktası. Kahramanlarımız Maskull ve Nightspore da gezegenlerarası maceranın birbirlerini tamamlayan baş aktörleri. Yolculuğun davetiyesini çıkaran Krag adlı tuhaf karakter ise, ancak romanın finalinde nasıl önemli bir rol oynadığını göreceğimiz bir kahraman.
Yabancı bir gezegene yapılan yolculuğun anlatıldığı ilk beş bölüm, Arcturus’a Yolculuk’un bugün bir bilimkurgu olarak etiketlenmesini sağlayan temaların çoğunu kapsıyor. Kahramanlarımızdan Maskull’ın Tormance gezegenine varmasıyla birlikte kendimizi bambaşka bir dünyada buluyoruz ve kendi dünyamızla ilgili bildiklerimizi unutmamız gerekiyor gibi düşünüyoruz, ama Lindsay en önemli numaralarından birini bu noktada yapıyor, çünkü Arcturus’a Yolculuk, fantastik diyarlar hakkında değil, tam da bildiğimiz dünya hakkında felsefe yapmaya çalışan bir metin. Özellikle nasıl bir dünyada, nasıl kavramlar icat ederek yaşadığımızı bize hatırlatıyor yazar. Varoluşumuzu nasıl tanımladığımızı göstermek için bize felsefi bir ayna tutuyor, ama mevzu derin olduğu için, uzun süre bakmak kolay değil bu aynaya. Doğal olarak okunması zor, emek isteyen bir metin var karşımızda. Lindsay, belli başlı kavramları sorgularken oldukça sembolik bir çerçeve kullanıyor. Dinler tarihi ve mitoloji üzerinden edebi oyunlar yapıyor ve bunları fark etmek için kitabın bazı bölümlerini birkaç kez okuma ihtiyacı ortaya çıkabilir. Eserdeki karakterlerin gelişim ve dönüşümlerinin muğlak bir şekilde gösterilmiş olması, bu romanın geç keşfedilmesinin en önemli sebeplerinden bir diğeri.
Mistik, dini, psikolojik ve mitolojik
Maskull’ın fantastik Tormance gezegenindeki yolculuğu romanın finaline kadar sürüyor. Nightspore’un romanın finaline dek belirsiz kalacak akıbeti nedeniyle Maskull’ın tek başına devam ettiği bu yolculukta karşısına mütemadiyen birçok karakter çıkıyor. Her bir karakterle felsefi diyaloglara giren Maskull’ın dahil olduğu tüm tartışmalar, az önce bahsettiğimiz gibi romanı bilimkurgudan ziyade “felsefi” hale getiren bölümleri oluşturuyor. Bu yüzden, Tolkienvari epik fantezi eserlerinde ya da Pratchettvari fantastik macera romanlarında, hatta uzay operalarında gördüğümüz türden, kalıpları artık belirli olan bir arayış öyküsü şekillenmiyor. Maskull’ın bu yabancı dünyadaki yolculuğu günler sürüyor, ama David Lindsay, olaylardan ve kahramanının karşısına çıkan günübirlik karakterlerden ziyade fikirler ve kavramları öne çıkarıyor. Maceradan maceraya değil, kavramdan kavrama koşuyoruz. Okuduktan kısa bir süre sonra ne olup bittiğini hatırlayacağımız bir olay örgüsü yok bu romanda. Onun yerine, felsefi düzlemde ne olup bitmediğine dikkat çekiyor Lindsay. Hayatımızda büyük boşluklar olduğunu ve buna rağmen nasıl yaşamaya devam ettiğimizi sorguluyor ve bizi sarsarak eleştiriyor. Bu romanın 1920’de yayımlandığını tekrar düşünürsek, zamanının ne kadar ilerisinde bir kurguya sahip olduğunu görebiliyoruz. Elbette etkilendiği edebi örnekler ve göndermeler mevcut, ama bilimkurgu alanındaki yerini düşünürsek, başta belirttiğimiz gibi, kendine has bir eser olma özelliğini birçok açıdan muhafaza ettiğini söyleyebiliriz.
Öyle ki, Harold Bloom’un bile övdüğü bir bilimkurgu romanı bu. Hatta Bloom’un hayattaki tek kurgu denemesi, bu romana yazdığı devam kitabından ibaret. “Modern fantezi anlatıları arasında en dikkate değer eser,” dediği bu kitap için, “Gormenghast üçlemesine bile tercih ederim,” diyor ki, bu cümle romanın sıradışılığının altını çizmeye fazlasıyla yeter. Gormenghast da fantastik edebiyat okurları tarafından benimsenmesine rağmen, neden fantastik kategorisine sokulduğu tartışılan bir başyapıttır ve tıpkı Arcturus’a Yolculuk gibi, hem tür bakımından hem de yazarın dili ve üslubu açısından kendine has bir eserdir.
Harold Bloom, Alan Moore ve John Clute gibi isimlerin bu roman üzerine kaleme aldığı, sunuş, önsöz ve sonsöz olarak okuduğumuz metinlerin kesişiminde, eserin neden bilimkurgu olarak sayılıp sayılamayacağına ya da bir bilimkurgu olarak ne kadar ikna edici olup olmadığına dair önemli bir tartışma yer alıyor. Bu romanın kahramanlarını, mekanlarını ve olaylarını kendi evrenimize kabul ederken hangi unsurlara dikkat edeceğimiz, romanın kıymetini de belirliyor. Mistik, dini, psikolojik ve mitolojik göndermeleri nasıl okuyabileceğimize değinen bu metinlerin de gösterdiği gibi, Arcturus’a Yolculuk tarifi zor bir roman, çünkü tariflere ihtiyacımız olup olmadığını yeniden düşündürüyor bize.
Görsel: Ali Çetinkaya
Yeni yorum gönder