

Geçtiğimiz yıllarda kaleme aldığı Giddar ve Beşlerin Çağı adlı fantastik kurgu kitaplarıyla tanınan Erbuğ Kaya’nın yeni romanı Maderzad Palas, İstanbul’u mekan edinen, zamane beyaz yakalı dünyasının vasat dertlerini fantastik kahramanların destansı dertleriyle paralel bir şekilde anlatan bir şehir fantazyası. Bu türün alışıldık izleklerinden iyilik-kötülük savaşında odaklanan öykü, yine bu türün önemli unsurlarından biri olan aksiyona pek sığınmıyor, onun yerine düşsel bir boyutta, daha derin bir meselenin hesabını tutmaya çalışıyor. Bir başkası olmanın, ötekinin yerine geçmenin, bir rüyayı gerçekleştirmenin, kendi sınırlarınla yüzleşmenin ve finalde özgürleşebilmenin ihtimallerini tartıyor.
Roman henüz ilk sayfasından itibaren duygusal bir gerilim sunmaya başlıyor. Kadın-erkek ilişkisindeki huzursuzluk gündelik hayata dair sorunlarla, büyük ve köklü meseleler küçük unsurlarla yansıtılıyor. Babasız büyüyen, annesini hayal meyal hatırlayan anlatıcımız Ali’nin mutlu bir insan olmadığını, karısı Betül’ü bir süredir eskisi gibi sevmediğini öğrenerek başlıyoruz. Bu duygusal gerilim Ali’nin işe gitmesiyle ve sevmediği işi yapan sıradan bir muhasebeci olduğunu öğrenmemizle, kısacası anlatıcımızın hayatının ne kadar kötü –ama sosyal açıdan bir o kadar da gerçekçi– olduğunu öğrenmemizle artarak devam ediyor. Öyküdeki ilk kırılma noktasına varmak için çok beklememiz gerekmiyor. Ali, yine o kötü günlerden birinde bir trafik kazası geçiriyor, ölümden dönüyor ve bu dönüşle birlikte hayatında yeni ve tuhaf bir sayfa açılıyor.
Ali’nin öyküsünde köşe taşı olarak kabul edebileceğimiz unsurlardan biri, geçmişin ve kimliğin belirsizliği. Önce sadece bir mecaz sandığımız fakat kitabın finalinde bundan ibaret olmadığını öğrendiğimiz “geçit” kavramı, söz konusu belirsizliğin kahraman tarafından ilk fark edildiği anda karşımıza çıkıyor. İnsanın kim olduğunu bilmesi için uğraşmak zorunda kalması, kendisini yakından tanıyamaması, kendi karanlığını aydınlatamaması, yaşananların bir rüya olup olmamasına dair sorular, Ali’nin yeni düşsel dünyasının katmanlarını oluşturuyor: “Ölümle burun buruna geldiğimde dahi bu kadar korkmamıştım ama o geçidin görüntüsü tüm devrelerimi yakmıştı… Gökyüzündeki aydınlık kar bulutlarından fırlayacak bir uzay gemisi, önümü kesecek bir kurt adam ya da beyaz çarşaflı bir ruh değildi beni korkutan. Ben içimde taşıdığım hayaletlerden korkuyordum. Ben kendimden korkuyordum… Önüme çıkan, gözümle gördüğüm her şeye müdahale edebilirdim belki ama içime… Kendimle yüzleşmek için neden hayvanların bile saklandığı soğuk, karanlık bir ormanı seçmiştim? Çünkü bu, bugüne kadar nefesimi tutup dalabildiğim karanlığımın en dibiydi. Evler, insanlar, gerçeklik yalanıyla boyanmış tüm hayat artık benden çok uzaktaydı. Gerçekten bir başımaydım. ‘Peki,’ dedim kendi kendime. ‘Bakalım o geçit neresiymiş?’”
İşte bu geçidin neresi olduğunu sorgulamamızla beraber, kahramanımız Ali’nin korkusuyla, karanlığıyla da tanışmaya başlıyoruz. Bu geçidin rüyalarla yakın ilişkili olduğunu, başka insanlarla, başka yaşamlarla alakalı olduğunu, Ali’nin yaşamının baştan sona düşsel bir geçit törenine, tanım yerindeyse bir rüya geçidine sahne olduğunu öğreniyoruz. Geçitle yüzleştikten sonra bir aydınlanmadan bahsetmek mümkün elbette. Ancak bir kararmadan, yokluğa yakınlaşmaktan bahsetmek de aynı derecede mümkün.
Doğaüstü, fantastik, mucizevi... Adına ne dersek diyelim...
İkinci kırılma noktası ise romana ismini veren bir mekanla, Maderzad Palas’la ve bu tuhaf ikametgahın sakinleriyle tanıştığımız bölümde karşımıza çıkıyor. Romanın ilk bölümlerindeki gizem, bu kırılma noktasından sonra da devam ediyor, fakat kurgunun atmosferi yavaş yavaş gizemden fantastiğe doğru meylederken, doğaüstü unsurlar da bizi ikna etmeye başlıyor. Bu noktadaki fantastik alana girizgah cümlesi şu: “Dünya göründüğü gibi bir yer değil.” Ali’nin gündelikten düşsele doğru gerçekleşecek, ama arada iniş çıkışlarla, soru işaretleriyle bazen gerçekçiliği bazen de fantastikliği perçinlenecek yolculuğu böyle başlıyor.
Maderzad Palas, İstanbul’un göbeğinde, fantastik güçlere sahip kahramanların bir araya geldiği bir mekan. Romanın finalinde İstanbul’un kendisine de fantastik bir başrol veriliyor. Öykünün geçtiği toprakların da bu düşsel yolculukta önemli bir payı olduğunu öğreniyoruz. Maderzad Palas, romana adını veren yer olduğuna göre, kahramanımız Ali’nin burada yaşadığı deneyimleri de romanın merkezinde vurgulanan detaylar olarak kabul etmek gerekiyor. İşte bu şekilde de odağın gündelik, gerçek hayatta değil, fantastik vakalarla kaplı o mucizevi dünyada yer aldığını, yazarın da asıl vurgusunun bu fantazya üzerinde olduğunu görebiliyoruz. Giriş kısmındaki psikolojik gizem öğelerinin, modern dünyanın vasat kahramanlarının sıradan öykülerinin perde arkasında, görmeyi bilenler için mucizeler mi saklanıyor? Zira kahramanımız, romanın son bölümlerine yaklaşırken tekrar kuşku duyuyor bu düşsellik ile gerçeklik arasında gidip gelen yeni hayatından. Kendisi gibi bir ayağı doğaüstü dünyada olan kahramanlardan biriyle konuşurken itiraf ediyor Ali. Maderzad Palas’ta uzun zaman geçirmiş de olsa, “anlatılanların gerçekliğini kanıtlayan tek bir şeyle bile karşılaşmadım,” diyor. Düşsel dünyadan şüphe ediyor, kendisini gerçekliğin sınırlarıyla örülü dünyaya daha yakın görüyor kimi zaman. Bu noktada doğaüstü, fantastik, mucizevi, adına ne dersek diyelim o düşsel dünyanın varlığı, inanıp inanmamaya, görmezden gelip gelmemeye bağlanıyor. Ama zamanında hayalini gördüğü o “geçit” sayesinde kendi öyküsüne geri dönebilen Ali, düşsel dünyaya geçebiliyor. Aynı anda iki dünyada olduğu gibi, aynı anda iki kimliği de taşıyabiliyor.
İyilik ve kötülüğün savaşına da bu şekilde bağlanıyor Ali’nin öyküsü. İyinin ve kötünün çarpışmasından geriye ne kalacaktır? Biri olmayınca diğeri var olabilecek midir? Bu sorular, Ali’nin romanın tamamına yayılan rüyalarının sonucunu gösterdiği gibi, her şeyin nasıl ve neden başladığını da gösteriyor.
Görsel: Nihan Sarı
Yeni yorum gönder