“Roman ve şehir birbirine benzer. Bir sonraki sayfada ya da bir sonraki sokakta neyle karşılaşacağımızı bilemeyiz,” diyor Michal Ajvaz bir söyleşisinde. Öteki Şehir adlı romanında da, hem bir kitabın sayfalarında hem de bir şehrin sokaklarında başka dünyalara doğru çıkılan tuhaf bir yolculuğun öyküsünü anlatıyor.
Anlatıcı kahramanımız Prag’da, eski kitaplar satan bir kitapçıda, üzerinde eserin ya da yazarın isminin yazmadığı, içi tuhaf harf ve şekillerle kaplı bir kitapla karşılaşır. İçinde yaşadığımız dünyaya ait bir alfabeyle yazılmamıştır bu gizemli kitap. Sayfalarda gördükleri tedirginlik vericidir ama bir yandan da onu cezbeder. Kitabın harflerinin adeta büyülü bir şekilde parıldadığına şahit olduktan sonra, başka bir dünyaya aitmiş gibi görünen eserin sırrını aydınlatmak üzere dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkar. Kitabı yanında taşıyarak dolaşır sokaklarda. Tuhaf insanlarla, olaylarla karşılaşır. Hem yakından tanıdığı bir şehirde hem de büyülü bir dünyada yol almaktadır.
Romanda anlatılan vakanın özü budur. Bu noktaya kadar defalarca dinlediğimiz bir öykü anlatacak gibidir Ajvaz, fakat roman ilerledikçe, bu fantastik klişenin felsefi kısmının tartışılmak istendiği ortaya çıkar. Kitap boyunca Ajvaz’ın anlatıcısı ve karakterleri aracılığıyla aktardığı tartışmalı bakış açıları, fantastik edebiyat kuramına ait önermeler olarak okunabilecek denli derinleşmeye başlıyor. Dünyamızın hudutlarının çok uzakta olmadığını, başka bir dünyanın çok yakınımızda olduğunu sıklıkla vurguluyor yazar. Bu yüzden, Ajvaz’ın fantastik kurgu, bilimkurgu ve korku edebiyatının temelindeki taşları eleğinden geçirdiğini belirtebiliriz. Başka dünyalar, eğer farklı bir anlam kaynağından besleniyorsa, biz onları nasıl anlamlandırabiliriz? Siyah beyaz bir dünyaya mı mahkumuz yoksa gri bölgeler, gerçek ve gerçeküstü arasında kesişim kümeleri yaratmak mümkün mü? İşte tüm öykü, bu soruların peşinde bir yolculuk vaat ediyor bize.
“Garip kitaplarla kendinizi yormayın”
Bu tuhaf harf, alfabe, desen sorunu bize korku edebiyatında işlenen ve özellikle Lovecraft’ın yazdıkları ışığında öne çıkan “bilinmeyen” kavramını hatırlatır. Bu dünyanın insanı, bir modern Praglı, bambaşka bir dile anlam verebilir mi? Anlatıcımız işte bunu sorgular; bu mana arayışını. Bir şeyi anlamdan yoksun bırakamamak –yani modern çağın en büyük hastalığı– kaygı vericidir ona göre. Anlamamak bir yana, anlamak da dehşet vericidir.
Kahramanın görüş aldığı yan karakterler de bir öteki şehrin, bir başka dünyanın var olup olmadığına, oraya doğru bir yolculuk yapıp geri dönmenin mümkün olup olmadığına dair sürüp giden tartışmada, anlatıcının bakış açısıyla ters düşen ve bizi böylece fantazya ve hakikat ilişkisini düşünmeye iten ikazlarla, telkinlerle, ihtarlarla çıkıyor karşımıza. Anlatıcımız da karşıt görüşlerle karşılaşıp, başka dünyalara ait fikirlerini içten içe sorguladıkça, biz de fantastik kurgunun diyalektiğine davet edilmiş oluyoruz.
Bu tartışmadaki görüşlerden birine göre, öteki şehri ya da başka bir dünyayı bilemeyiz. Bizim dünyamızın sınırının ötesinde bir boşluk vardır; bir yol yoktur. Diğer dünyayı, fantastik âlemi görüp de burada o bilgiyle yaşayamayız. İşte Öteki Şehir, bu tartışmanın öyküsüdür diyebiliriz. O büyülü dünyanın nasıl bir tabiatı, karakteri vardır? Bizim dünyamızdan önce mi kurulmuştur yoksa bizim artıklarımızdan mı inşa edilmiştir? Yerli ve yabancı olan kimdir? Ev sahibi ve misafir olan kimdir bu dünyada ve diğer dünyada, öteki şehirde?
Yolculuğun tetikleyicisi olan kitap, kahramanın kurtulması gereken bir nesne midir? Farklı görüşlerden biri de bu yöndedir. Çöküşe götüren bir lanetli harita, karanlığı gösteren bir mercek gibidir bu kitap. İnsanı zehirleyen, uçuruma götüren bir ayartıcıdır. İlkeli, barbarı, canavarı, ölüyü çağıran bir sirendir adeta. Yeraltındakini yüzeye çeken, geçmiştekini bugüne getiren, kara bir büyü gibidir.
Kahramanımız, bu kitapla birlikte çıktığı yolculukta, bu sürecin bir yolculuk olup olmadığını da tartışır. Alışıldık bir fantastik kurguda olabileceği gibi, iki dünya arasında bir yolculuk yapmak ne kadar mümkündür? Giden nasıl geri döner? İkiliklerle tanımlanan dünyamız ile bambaşka bir dünyanın havası nasıl aynı anda, aynı mantıkla solunabilir? Bunun sonu delilik midir yoksa bir diyalektiğe varmak imkan dahilinde midir? Yatağının altında, karanlık sokağının köşesinde acayip varlıklar olduğunu hayal eden bir Praglı ile öteki şehrin tuhaf sokaklarını, insanlarını gören bir Praglı nasıl iletişim kurabilir? Sıradan bir Prag sakini, adım adım öteki şehrin, o sıra dışı dünyanın sakinine dönüşebilir mi? Bu soruları sürekli soran, sorduran bir öykü anlatır Ajvaz ve elbette onun da savunduğu bir saf vardır: Ötekiyi kapsayan bir teklik, gerçeğin ve fantastiğin oluşturduğu o tuhaf birlik.
Kahramanımızı yolundan çevirmeye çalışan kişilerden biri, fantastik vakaları şöyle yorumluyor ona: “Onlar sadece kıyılarımıza vuran, kendi tecrübelerimizle sahte benzerliklerine dayanarak dengeleyici bir anlam çıkardığımız şeyler. Dil bilgisinin tedirgin ama kurnaz tanrısı bizi korur ve canavarların yüzlerini saklar; ‘Ne gizemli şey!’ deriz mesela veya ‘Çok esrarengiz bir olaydı’ deriz ve böyle yaparak onların… korkunç varlıklarını ve uğursuz özlerini tedbirli şekilde bir mecazın ardına saklar, onlara dünyamızda yer veririz.” Buradan hareketle son uyarısını şöyle yapıyor: “Size dünyamızın hudutlarını anımsatan garip kitaplarla kendinizi yormayın. O kitaplar sizi bu dünyadan çıkaramaz, tek yapabilecekleri onun yapısını içten yiyip bitirmek olur.” Michal Ajvaz’ın Öteki Şehir romanı bu kitaplardan biri değil. Fantastik ve gerçek dünyaların iç içe geçtiği bir öykü anlatarak bizi olmayan bir yolun yolcusu yapmıyor. Dilbilgisinin, sembolik düzenin, alfabenin sınırlı evreni içinde sadece “Ne gizemli şey!” diyebileceğimiz bir dünyayı benimsetmeye çalışmıyor. Gerçek, makul, mantıklı dünyamızı yiyip bitiriyor ama bunu yine bu dünyanın diliyle, ötekinin öyküsünü anlatarak, “Ne gizemli şey!” demenin ne kadar sınırlı bir tanım olduğu gerçeğini yüzümüze vurarak yapıyor.
Görsel: Akif Kaynar
Yeni yorum gönder