Ted Chiang, çağdaş spekülatif kurgu alanında Neil Gaiman ve China Miéville’den sonra adından sıkça söz ettiren yazarların başında geliyor. Onun alametifarikası ise öykücü olması. Chiang, çağdaşları gibi kalın romanlara imza atmak yerine kimi zaman kısa öyküler, kimi zaman kısa roman da denebilecek uzun öyküler kaleme alarak, özellikle bilimkurgu türünde kendine ait bir konum edinmiş durumda. Elbette bugün itibariyle bu konuma gelmesinde en önemli paylardan biri, Arrival (Geliş) adıyla sinemaya uyarlanan uzun öykülerinden birine, “Hayatının Hikâyesi”ne ait.
“Hayatının Hikâyesi” için bir “tercüme” öyküsü diyebiliriz; başka dünyaların, “öteki”nin tercümesi. Bilimkurgu edebiyatı, neredeyse ortaya çıktığı andan beri yabancı varlıklarla ve dünyalarla karşılaşmamız üzerine öyküler anlattı bize. Ted Chiang ise bunu yaparken dilbilime başvuruyor; tıpkı China Miéville’in birkaç ay önce Türkçede yayımlanan romanı Elçilik Kenti’nde göstergebilime başvurması gibi…
Bu öykünün yer aldığı Geliş adlı derlemede farklı tarihlerde yazılıp yayımlanmış, uzunlu kısalı toplam sekiz öykü bulunuyor. “Sıfıra Bölünme”, “Anlamak” ve “İnsan Biliminin Evrimi” başlıklı öykülerde Chiang’ın yine “tercüme” kavramında odaklandığını görmek mümkün. “Babil Kulesi” ve “Cehennem, Tanrı’nın Yokluğudur” adlı fantastik kurgu öyküleri, Chiang’ın teknik ve bilimsel olmayan, düşsel tarafını gösteriyor. Belgesel şeklinde ilerleyen ve bir kitle kültürü eleştirisi sergileyen, güzellik kavramını sorgulayan ve modern insanın nasıl ayrımcılık yaptığını tartışan “Gördüğünüzü Beğenmek: Bir Belgesel”, derlemenin en düşündürücü metinlerinden biri. “Yetmiş İki Harf” ise insanlığın karanlık geleceği ile “golem” kavramına selam gönderen bir otomat öyküsünü birbirine yediriyor. Bu kitapta Chiang, ağır ve derin meseleleri ele alırken, Ray Bradbury ve Isaac Asimov’da görebileceğimiz türden yumuşak bir üslup ile mutedil bir dil kullanıyor.
Bedenden ziyade dil
“Hayatının Hikâyesi”ndeki yabancı varlıklar, gri derili, yedi uzuvlu, yedi gözlü heptapotlar. Uzak bir gezegenden gelip “ayna” adı verilen uzun ve yarı dairesel cihazlarıyla dünyanın çeşitli noktalarında belirmelerinin sebebi istila değil; “görmek” ya da “gözlemlemek.” Tabii bu yeterli bir cevap değil insanlık için. Gelişlerinin arkasında yatan gizem ile gidişlerinin açıklanamaması da birbirini tamamlıyor. Öykü ile sinema uyarlaması arasındaki farklılıklar ayrı bir yazının konusu olmalı, ama en azından filmdeki Lovecraftvari huşunun, uzaylı varlıkların yarattığı dehşet, merak ve hayranlık arası duygunun Chiang’ın öyküsünde pek vurgulanan bir unsur olmadığını belirtmek gerekiyor, en azından bedensel anlamda. Aslında öykü, uzaylıların konuşma ve özellikle yazma dilindeki etkiye, tamamen yabancı bir dili tercüme etmenin yarattığı huşuya odaklanıyor. Bedenden ziyade dilin çekim alanıyla ilgileniyor.
İşte bu tercümeyi yapması gereken kahramanımız Louise Banks, bir dil uzmanı. Dünya dillerinde oldukça başarılı olan Dr. Banks’in “dünya dışı” bir dille imtihanı başlıyor böylece. Bu kez sırtındaki yük fazlasıyla ağır, çünkü artık o, başka dünyaların tercümanı. Banks, uzaylılarla iletişim kurmaya başladıktan sonra, anlaşabilmek için aslolanın yazı dili olduğunu fark ediyor.
Yazılı iletişim ile sözlü iletişim arasındaki uçuruma dikkat çekiyor Chiang. Uzaylıların yazma yöntemleri konuşma yöntemlerinden oldukça farklı. Dil uzmanı kahramanımız, onların yazısından bahsederken, “hepsi de farklı biçimlerde duran ve güzel yazı misali dolanan tuhaf peygamber develeri gibi göründüğünü düşünebilirdim. Ve en büyük cümlelerin bazen göz yaşartıcı, bazen de hipnotize edici, saykodelik posterleri andıran bir etkisi vardı,” diye tarif etmeye çalışıyor. İşte bu noktada, uygar insanın tanımlamakta ve adlandırmakta zorlandığı bir dilden, bir Lovecraft etkisinin mevcudiyetinden bahsetmek mümkün.
Heptapotların dili, kahramanımızın düşünce şeklini değiştirmeye başladığında, insan dilinin dönüşümüyle birlikte zaman ve mekan algımızın da nasıl değişebileceğini gösteren öykü, geçmişin, şimdiki zamanın ve geleceğin tek bir cümlede nasıl yer alacağını, insan hayatının zaman kipini nasıl belirleyebileceğimizin öyküsünü anlatıyor. Chiang, deyim yerindeyse büyük resmi, büyük cümleyi göstermeye çalışıyor. Heptapotlar yazı dilinde tüm zamanları aynı cümle içinde kurabiliyorlar, biz insanlar gibi sıralı bir dil takip etmiyorlar. Dili, bir gerçekleştirme aracı olarak kullanıyorlar, kendi kendilerinin kahinleri haline geliyorlar. Kahramanımız Dr. Banks de kendi hayatını ve henüz doğmamış kızının hayatını nasıl tercüme ettiğini, gelecekle geçmişi nasıl kesiştirdiğini, bunun başka dünyaların diliyle nasıl yapılabildiğini anlatıyor. Sonuçta karşımıza hem dilbilimsel bir kurgu hem de kader kavramını tartışan bir nevi zamanda yolculuk öyküsü çıkıyor.
“Sıfıra Bölünme” tıpkı “Hayatının Hikâyesi” gibi iki izleğe sahip. Bir yandan profesör olan kahramanlarımızın kurgusal hikayesinin yer aldığı bölümler, diğer yandan da matematikle ilgili kuramların tartışıldığı kurgu dışı bölümler bir arada örülüyor yazar tarafından. Matematik profesörü Renee, “evrenin matematiğe değil, matematiğin evrene anlam kattığını” düşünen, matematiğin “olası bir tercümeyi” dile getirdiğini savunan biriyken, çalışmaları sonucunda vardığı sonuçlar onu matematikten ve doğal olarak hayata anlam katan her şeyden uzaklaştırıyor. Matematik, evrenin dilinin, hayatın anlamının bir tercümesi olmaktan çıkıyor ve Renee de bu hakikatle yüzleşmek durumunda kalıyor.
“Anlamak” ise sıradan bir adamın bir süper-insana dönüşme öyküsünü anlatıyor. Bu öyküdeki “dil” tanımı ile “Hayatının Hikâyesi”ndeki tanım birbirine fazlasıyla paralel. Sıradan dilin artık yetmediği kahramanımız yeni bir dil inşa etme arayışına giriyor bu öyküde. “İnsan Biliminin Evrimi” de yine benzer bir şekilde, “metainsanlar”ın dilini normal insanlara tercüme etmek üzerine kısacık bir öykü.
Sonuçta Chiang, bilimin, akıl ve mantığın duygulara ve düşlere nasıl tercüme edilebileceğini gösterdiği gibi, akıl dışı ve gerçek ötesi dünyaların dilimizdeki yadırgatıcı, tekinsiz karşılıklarına da tercüman oluyor.
Yeni yorum gönder