Bugüne kadar öyküleriyle tanıdığımız Jale Sancak, ilk romanı Fırtına Takvimi’nde Andolu'nun uzak bir köşesinde, kayıp bir kasabaya sıkışıp kalmış insanları, onların kırık dökük hayatlarını ve artçı sarsıntılarıyla hepsinin kaderini ortak kesen bir ölüm olayını işliyor. Sancak'ın öykülerini okumuş olanlara –gündelik hayatın içinden çekip alınmış– roman kişileri tanıdık gelecektir. Sancak'ın ustalıklı anlatımı da öykülerini hatırlatıyor. Peki öyleyse neden öyküyü bırakıp romanı seçmiş, diyebilirsiniz. Kısa bir yanıtı var: Fırtına Takvimi’nin “şimdiki zamanında” yaşanan trajedi öylesine çarpıcı bir tarihsel arka plana yaslanıyor ki, bu ancak daha kapsayıcı bir anlatımla, bir roman formunda ifade edilebilir.
Bir cenaze töreniyle adım atıyoruz Yelnehir kasabasında kaderleri kesişen insanların hikayesine. Ölen, Kevser ve Halil'in küçük kızı Berru. Fırtına, yağmur, çamur arasında kızlarını defneden ailenin acısı Halil'in zihninde öfkeye ve isyana dönüşüyor. Halil'in aklında tek şey var; doktordan hesap sormak... Berru'nun ölüm gününü kerteriz alarak, ölümden öncesine ve sonrasına, ileri geri sararak ilerliyor anlatı. Böylelikle Berru'nun ölüm anına kadar olup bitenleri ve olaydan sonraki gelişmeleri çarpıcı bir karşıtlıkla sergiliyor Sancak. Kişi ve karakterler yavaş yavaş ete kemiğe bürünüyor. Doktor Levent ve karısı Süreyya'nın Yelnehir'de çatırdayan evlilikleriyle birlikte kaybettikleri idealleri ya da evlilik hazırlıkları yapan Leyla ile Yücel'in mutluluk hayalleri aynı potada eriyor. Ama hepsinden önemlisi, Halil'in iç dünyasındaki karmaşa. Darbeler ardı ardına iner Halil'in hayatına; açtığı dükkanın iflas etmesi, alacaklıların kapıya dayanması, kızının ölümü, karısıyla arasındaki mesafenin açılması... Bütün bunlara kasabayı ziyaret eden cumhurbaşkanına doktorı şikayet etmek isterken gözaltına alınıp işkence görmesi de eklenince mağduriyetler birbirine karışacak, Halil'in belleği bastırdığı ama unutamadığı bir tarihi, zalimin zulmünün o en çıplak ve kanlı anlarından birini yeniden hatırlayacaktır; Maraş'ı, Maraş katliamını...
Söz Maraş katliamına gelmişse eğer burada biraz soluklanmak, romanın dışına çıkmak pahasına da olsa biraz tartışmak gerekir. Tek taraflı bir katliam gerçekleşmesine rağmen Cumhuriyet tarihine –her nedense(!)– Alevi-Sünni çatışması olarak kaydedilen ama ardında çok daha karmaşık siyasi olayların yattığı bu utanç verici toplumsal linç vakası bugün neredeyse hiç hatırlanmıyor. 1978 yılı 19 Aralık günü başlayıp bir hafta boyunca süren katliamda yüz elliden fazla Alevi kadın-erkek-yaşlı-çocuk vahşice öldürüldü, yüzlerce ev ve işyeri yakıldı, yağmalandı. Katliamın hedefi olanlar kadar o dönemi yaşayan, katliam haberlerini izleyen duyarlı insanlar için de büyük bir travmaydı. Ve her travma gibi Maraş katliamı da hafızanın en derinlerine itilerek, unutularak, bastırılarak aşılmaya çalışıldı, çalışılıyor. Ve yine her travmada olduğu gibi sanat ve edebiyat yine suskun... İnci Aral'ın Kıran Resimleri adlı öykü kitabı dışında uzun yıllar boyunca neredeyse hiç konu edilmedi edebiyatta. Son yıllarda edebiyat ve hafıza ilişkisini hatırlayan yazarlar sayesinde Maraş katliamı da yavaş yavaş su yüzüne çıkıyor. Ayşegül Devecioğlu'nun Kuş Diline Öykünen, Gönül Kıvılcım'ın Babamın En Güzel Fotoğrafı ve Cem Kalender'in Kayıp Gergedanlar adlı romanları katliamın insanlarda yarattığı tahribatı, bellekte bıraktığı izleri edebiyatın diliyle ifade eden anlatılar olarak kayda değer. Fırtına Takvimi de onlara eşlik ediyor ve romancılığımızın suya sabuna dokunmayan zihniyetinin dışına çıkıyor. Hep birlikte tarihe ve günümüzün yaygınlaşan edebiyat anlayışına bir şerh düşüyorlar.
Zihnin en hasarlı bölgeleri
Fırtına Takvimi Maraş katliamını merkezine almıyor, hatta ismini bile anmıyor. Halil'in, ailesinin ve Alevilerin uğradığı saldırının yerini ve zamanını olayla ilgili ayrıntılardan çıkarıyoruz. Zaten yer ve zamanın önemi yok, önemli olan böyle bir şiddetin –bu roman özelinde Halil'de, genel olarak ise bireyde– açtığı, açacağı yara. Sancak, travmaya maruz kalmış, travma yaraları sarılmamış, mağduriyeti giderilmediği gibi her seferinde yeniden mağdur edilen bir insanın iç dünyasına götürüyor okuyucusunu. Zihnin en hasarlı bölgelerinde dolaşıyoruz.
Sadece Halil değil yaralı olan. Erkeklerin dünyası bu, kadınların zorlukla ayakta kaldığı, dövüldüğü, aldatıldığı, özgürce yaşama haklarının kısıtlandığı, buna rağmen erkeklere göre çok daha dirençli olduğu bir dünya. Roman kişileri böyle bir dünyada yaşamanın ruhlarında ve zihinlerinde bıraktığı hasarı onarmakta güçlük çekiyorlar. Ölüm, barajı taşıran son damla oluyor. İşte bu nedenle Berru'nun ölümü diğerlerinin hayat akışını da kesecek ya da akışın yönünü değiştirecektir. Mesela İstanbullu zengin aile kızı Süreyya, Levent'in kendisini Nur'la aldattığının farkındalığı ve yalnızlığıyla kitaplara sığınmıştır. Nur bencilliğini fark ettiği Levent'te babasının –daha doğrusu erkekliğin– suretini görmüş, kendi hesaplaşmasını tamamlamaya karar vermiştir. Bir zamanların solcu öğrencisi Levent, nerede hata yaptığı sorusuyla yer bitirir kendisini. Kevser çevresindeki yıkıntıyı toparlamaya çalışır...
Jale Sancak roman kişilerinin hayatlarındaki altüst oluşları fırtına takvimine yerleştirip zamanın döngüselliğine de gönderme yaparken, Anadolu’nun toplumsal tablosundan gerçekçi bir kesit sunuyor. Karanlık tonların fazla geldiğini anlamış olacak ki –biraz da temenni niyetiyle diyelim– insan için umudun hiç tükenmeyeceği inancını vurgulayarak bitirmiş. “Kevser (...) Leyla’nın, göğsünün üstünde birleşen çıbanlı parmaklarını şefkatle okşadı. Kovsa da terk etmiyordu umut nedense. O inatçı yara bir gün kapanacak, Leyla’nın çıbanları iyileşecek, şu yanık bahçenin, şu sayrı zeminin hemen altındaki ayaklanma, yeni bir hayat için kıvranan, dışarıya çıkmak isteyen şey, taptaze, genç köklerle birlikte, onca kötülüğe rağmen bir serap gibi her şeyi değiştirecek. Şimdi yalnızca bunu ummak istiyor.”
* Görseller: Ben Shahn
Yeni yorum gönder