Jack Kerouac, “Yolda” romanı ile Beat Kuşağı’nın hayat felsefesini dünyanın pek çok yerinde bir “kült” haline getirmişti. Hatta “Beat Kuşağı” terimini ilk kez kullanan da Kerouac’tır. “Beat” sözcüğü meteliksiz, yersiz yurtsuz, başıboş, bitkin, umarsız, uykusuz, uyumayan, her şeyi derinlemesine algılayan, aşırı duyarlı, kendi başına, dışlanmış gibi anlamlara gelebiliyor. Ancak Jack Kerouac kelimenin bir başka anlamına daha dikkat çekmekteydi: “Beatific” yani kutsal veya kutsanmış. Kerouac’ın bu anlama dikkat çekmekle; ezilenlerin, dışlanmışların gizli kutsallığını vurgulamak istediği söylenir. Aslında hiç de mistik göndermesi olmayan söz konusu kutsanmışlık vurgusu Kerouac’ın Türkçeye geçtiğimiz günlerde çevrilen “Yeraltı Sakinleri”nde de farklı ifadelerle karşımıza çıkıyor;
“Julien Alexander yeraltında yaşayanların meleği; yer altı sakinleri ise şair dostum Adam Moorad’ın icat ettiği bir ad. Bir keresinde şöyle demişti Adam: “Janti değil afililer, klişeye kaçmaksızın kafalı ve zehir gibi entelektüeller; üstelik Pound hakkında her şeyi biliyor ama ne özentiye kaçıyor ne de bu konuda kafa ütülüyorlar; çok sessizler, İsavariler.”
“Yeraltı Sakinleri”, Beatlere, bu afilli İsavarilere dair bir roman. Kimler yok ki aralarında: Jack Kerouac, Allen Ginsberg, Gary Snyder, William S. Burroughs, Neal Cassady, Lawrence Ferlinghetti, Gregory Corso, Philip Whalen, Lew Welch, Diane Di Prima... Kısacası 1940’lı, 50’li yılların önemli yazar ve sanatçıları. Jack Kerouac’ın romanında bu topluluktan pek çok kişi -elbette farklı kimliklere- zaman zaman sahne alıyorlar. Ama oyunun kahramanı Jack Kerouac’ın kendisi. 1953 yılının sonbaharında üç günde yazdığı “Yeraltı Sakinleri” romanında yaşadığı gerçek bir aşkı anlatmış.
Kerouac’ı Leo Percepied, sevgilisi Alene Lee’yi Mardou Fox adı altında izleyeceğiniz bu hüzünlü aşk hikayesini, terk edildikten sonra üç günde yazdığı söylenir. Ama hem Kerouac ve romanları hakkında rivayet bolluğu olduğunu bildiğimiz hem de yazım süresini bir edebi kriter olarak görmediğimiz için üzerinde durmak gereksiz. Sadece şunu söylemek gerekir, “Yeraltı Sakinleri” Kerouac’ın bir solukta yazılmış duygusu veren spontan yazı tekniğini çok iyi yansıtıyor.
Daralan Ruhlar
Kendisini özgüvensiz, patavatsız bir egomanyak olarak tanımladığı bir dönemde, uyuşturucu ve alkolden dibe vurmuş bir haldedir Leo Percepied. Ansızın karşısına çıkan Mardou adında siyahi bir kadına tutuluverir. Aslında kadının üzüm karası küçücük bedeninden yayılan şehvettir Leo’yu tutuşturan;
“Böylece ben de eve gittim ve birkaç gün boyunca cinsel fantezilerimde o vardı; onun koyu renkli ayakları, tokyoları, koyu renk gözleri, küçük yumuşak kahverengi yüzü, Rita Savagevari yanaklarıyla dudakları, gizemli az buçuk yakınlığı ve her nasılsa şimdi o yumuşacık yılanımsı çekiciliği... Hepsi de ne kadar yakışıyor koyu renk giysiler giyen küçük, kahverengi bir kadına... yoksul beat yeraltı sakini giysileri giyen kadına...”
Ve aşk başlar, tam da beatlere özgü bir aşk. İkisi de çok hızlı ve coşkuludur. Sanki ellerinden kaçıp gidecekmiş gibi yaşam, her anı ayrı bir hazla doldurmak isterler. Hele kırılgan ve travmaların bıraktığı ruhsal yaralarla dolu hiçbir inancı kalmamış Mardou, Leo’nun aşkına bırakıvermiştir kendisini. San Fransico gecelerinde, caz ritmlerinde, yollarda, yolculuklarda derinleşen bir aşk...
“Güneşi, gemileri görebiliyorduk, dışarıda aylak aylak dolanmakta olan ÖZGÜR insanoğlunu, bunun cidden ne muhteşem bir şey olduğunu ve nasıl olup da asla değerini bilmediğimizi, kaygılarımızın ve derilerimizin içinde kasvetten başka bir şeyin olmadığını, gerçekten tıpkı ahmaklar gibi olduğumuzu ya da körleşmiş şımarık tiksindirici veletler gibi, hani surat asarlar ya; çünkü... istedikleri... bütün... şekerleri... alamamışlardır.”
Ancak içindeki yazarlık ruhunu da yeni yeni keşfetmeye başlayan Leo, kısa zamanda eski alışkanlıklarına -partilere, alkole, uyuşturucuya, farklı bedenlere- geri dönecek ve Mardou’yu tamiri mümkünsüz biçimde kıracaktır...
Tutkunun, cinseliğin, tensel hazların, kıskançlıkların ve aşkın bir daha geri gelmemek üzere elden kaçırılışının, 1950’lerden kalma bu aşk hikayesinin belki de tek sıradışı yanı kadın ve erkek arasındaki ırksal farklılık. Ama Kerouac, bu aşkı, aşkı yaşarken düşündüğü ve hissettiklerini öylesine didikliyor ve öylesine aktarıyor ki, ortaya hem bir kuşağın hem de erkek zihniyetinin karakteristiğini, özel hayat sınırlarına sıkıştırılmış pek çok şeyi olanca çıplaklığıyla sergiliyor.
Tam bu noktada, Kerouac’ın “spontan düzyazı” tekniğine yeniden döneceğiz. Bu tekniği ilk kez “Yeraltı Sakinleri”nde kullanmış, “Yolda”nın -özellikle çok sonra yayımlanacak kesintisiz versiyonunda- mükemmelleştirmişti. “Bellekten, bilgelikten, düş gücünden, zihinden, felsefeden değil, yaşamın içinden doğan” spontan düzyazı tekniğiyle Kerouac, karakterlerin düşüncelerini, heyecanlarını, kafa karışıklıklarını, bitkinliklerini, umutlarını ve umutsuzluklarını olduğu gibi yansıtmak istiyordu. Bu arayışın usluptaki karşılığı; metnin kesintisizliği, noktalama işaretlerinin tercihli biçimde ihmali, çağrışımlara dayalı zamansal sıçramalar, iç monologlar; kısacası dilin düşünceyi dolaysızca yansıtabilmesi için dilbilgisi kurallarının ihlali olacaktı.
Kuşağın önde gelen isimlerinden Allen Ginsberg’e göre; "Kerouac'ın ve Beat Kuşağı'nın yapıtları ABD’de sansürün belini kıran bir edebi hareketin en ön saflarında yer alır. Bu edebi özgürleşme eşcinsellerin, siyahların, kadınların özgürleşmesinde katalizör vazifesi görmüştür ve bugün, umarım, nükleer yıkım tehdidi karşısında özgürleşme için de aynısını yapabilir." Gerçekten de düş kırıklığına uğramış bir kuşak olarak doğan Beatler; savaş tehdidine, siyasetin çoraklığına ve toplumun geri kalanının düşmanca tavrına tepki gösterdiler. Maddi değerlerin dışında kalmaya çalıştılar. “Amerikan Rüyası”nın kendileri için de gerçekleşmesi, vaat edilmiş özgürlüklerin sunulmasını beklemek yerine bu kuru, sıkıcı, düşsellikten uzak yaşama tavır alan, eyleme geçen ve cenneti arayan genç insanlardı onlar.
Kerouac’ın yapıtları işte bu insanların, artık çok gerilerde kalmış ama bugün daha güzel bir dünya için hala bir umudu barındıran hayatlarının -altını çizerek söylüyorum- edebi manifestosudur.
nihat'ın annes diyor ki:sen bunu kucağa alıştırmışsın aaa çok zlroancaksın diyenlere inat… nihatı 4,5 ay günün 16 saati kucağımda taşıdığım düşünülürse… kolay bir süreç olmuyor tabiki.. ama diğer bölümler için bende varım.
Yeni yorum gönder