Samuel Beckett, 13 Nisan 1906’da doğdu, 112 yıl önce… İlk romanı Sıradan Kadınlar Düşü’nü 1932 yılında yazmıştı, 86 yıl önce; Türkçede ancak 2013’te okuyabilmiştik... Bu aralar, peş peşe kitaplar yayımlanıyor hakkında: Çağımızın yaşayan en önemli düşünürlerinden Alain Badiou’nun farklı bir Beckett okuması yaptığı Tükenmeyen Arzu’su mesela ve Andrew Gibson’ın Samuel Beckett adlı biyografisi. Kırmızı Kedi Yayınevi de Beckett’i yeni çevirilerle ağırlıyor bugünlerde.
Bir Beckett okuru olarak, Andrew Gibson’ın yazdığı biyografiyi okurken şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Gerçekte Beckett’in hayat hikayesinin bu kadar çarpıcı detaylarla dolu olduğundan haberdar değildim ve asıl önemlisi, yazdığı koşullara yakından bakmak, eserlerinin derin anlamlarına dair pek çok ipucu da veriyordu. Beckett’in Hitler’in siyaset sahnesine çıktığı günlerde Berlin’de bulunduğunu, hatta o günlerde “Bir Melankoliğin Günlüğü” adını verdiği bir günce tuttuğunu, daha sonra Fransa’ya bir ara asistanlığını yaptığı James Joyce’un yanına kaçtığını, Fransa işgal edildiğinde direnişçilere katıldığı için Gestapo tarafından arandığını, Nazilerden saklanıp savaşın bitmesini beklerken en ünlü eseri Godot’yu Beklerken’i yazdığını, pek çok okuru da bilmiyor olabilir. Gibson’ın 180 sayfaya sığdırdığı bu Beckett biyografisinde, eserleri ile yaşam hikayesi arasında eleştirel bir perspektifle kurulan bağ, Beckett’in gizemli imgesine ışık tutuyor.
Gibson, “hayata lanet okuyan” bir yazarın biyografisini yazmanın paradoksundan bahsediyor giriş yazısında: “Biyografi kaçınılmaz olarak olumlayıcı niteliktedir. Yaşamın değerli olduğu, bireysel yaşamların anıtları, hatırı sayılır ve çoğu zaman görkemli övgüleri hak ettiği yönündeki kanaat biyografi türüne içkindir.” Gibson’ın biyografiye dair tespitlerini, biyografi türünden pek hoşlanmayan Roland Barthes’ın sert yorumuyla birlikte okumak gerek belki de: “Yalnızca üretimsiz bir hayatın yaşamöyküsü vardır.” Barthes, biyografinin bir tür okuma, bir başkasının hayatının okuması olarak sınırlandırıcı ve nedenselliklerle örülü yapısından hoşlanmıyordu. Albert Camus de Sisifos Söyleni’nde, insanın hayatına bakıldığında her zaman bilinemez ve indirgenemez bir yanının mutlaka kalacağından bahseder. Beckett, kendisi hayattayken en kapsamlı biyografisini yazan Knowlson’a, “hayatının sanatından ayrı olduğu” konusunda ısrarcıdır ısrarcı olmasına, ama hayatını okudukça, pek de öyle olmadığını düşündürtüyor.
Gibson, kendisini ve yaptığı çalışmayı, “Sözgelimi Swift, Blake, Rimbaud, Artaud ve Woolf gibi yazarların biyografilerinin olması, olmamasından iyidir herhalde,” diyerek savunuyordu. Yine YKY’nin yayımladığı Roland Barthes’ın biyografisini yazan Louis-Jean Calvet de, “Benim gözümde, yaşamın bir bütün olduğunu ve kişi ile yapıt arasında, beden ile ürettiği şey arasında şifresi çözülmesi gereken bağlar, sıkı, kimi zaman da tuhaf ilişkiler, sıralamalar olduğunu” yazarak kendisini savunmuştu. Calvet’nin Barthes için yaptığı şeyi, yani “beden ile ürettiği şey arasındaki şifre”leri, Gibson da Beckett için çözmeye çalışıyor.
Örneğin, Beckett’in lanet okuduğu hayat, hangi hayattır? Gibson, Beckett’in eserlerinde alay etmekten iğnelemeye kadar uğraştığı en önemli meselelerden birisinin hümanizm olduğunu söylüyor; Beckett’in, hümanizmi, “büyük katliamların yaşandığı zamanlara saklanan bir sözcük” olarak nitelendirdiğini hatırlatarak. Lanet okuduğu hayat, kendisinden hoşnut ve yüceliğinden emin olan insanlığın hayatıdır; çünkü bu bir aldatmacadır, komiktir, saçmadır. Beckett’in roman ve öykü karakterleri için gelecek neden karanlık ve uzaktır, varolmak neden her zaman kuşkulu bir durumdur? İki dünya savaşına ve doğduğu İrlanda topraklarındaki çatışmalara ve düşmanlığa tanık olmuş biri için şaşırtıcı olmasa gerek bu kuşkulu tavır. Örneğin İrlandalı ya da doğduğu şehir olan Dublin’den çok Parisli biri olarak çıkar karşımıza Beckett. Paris’te direnişe katılsa da hiçbir zaman politik bir kimlikle özdeşleşmez, vatan, millet ya da herhangi bir şeye bağlanmaz; Dublin, Berlin ya da Paris’te özgür bir ruh olarak dolaşır, olup biteni izleyen neşeli bir melankolik… Worstward Ho’da şöyle yazar örneğin: “Ne zihin ne de sözcükler? Böyle sözcükler bile. Yine de yeter. Yine de neşelenmeye yeter. Neşe! Yine de neşelenmeye yeter sadece var olmaları. Sadece!”
“Benim yolum yoksunluktur”
Gibson, Beckett’in doğduğu yerle başlıyor biyografiye, sekiz bölümden oluşan kitabın son bölümü ise ölümünden bir ay öncesine, Berlin Duvarı’nın yıkılışına denk gelen son günlerine ayrılmış.
Dublin’de zengin sayılabilecek Protestan bir ailede dünyaya geliyor Beckett. Oscar Wilde’ın mezun olduğu Portora’da okuyor, ama ensesi kalınların okuduğu bu okulu benimseyemiyor hiçbir zaman. Oscar Wilde’ın resmi de zaten okulun duvarından indirilmiş, ahlaksız bir yazar olduğu gerekçesiyle. Beckett’in yaşamının sonuna kadar zenginlik karşıtı bu tutumu, müreffeh bir hayat sürse de değişmiyor hiç. Önüne gelene para veren, şaşırtıcı derecede cömert biri oluşu, genç yazarları destekleyişi gibi ayrıntıları Gibson, ünlü bir üniversite olan École Normale’in geleneğine bağlıyor kitabın sonlarındaki değerlendirmesinde; örneğin aynı gelenekten gelen Sartre’ın bir banka hesabı bile olmadığı gibi detayları vererek. Aynı okulun geleneğinden gelen Paul Nizan gibileri de düşününce ikna edici. Beckett’in bu cömertliği ve eşitlikçiliğini sanat anlayışıyla da ilişkilendiriyor yazar, “Benim yolum yoksunluktur” sözünü hatırlatarak.
Gibson, Beckett’in ahlakçılığına değiniyor sık sık; dini anlamda bir ahlakçılık değil ama bu, merhamet ve iyiliği varoluşsal bir ödev gibi yücelten bir ahlakçılık. Beckett’in eserleri ve yaşamı bu açıdan kesişiyor. Italo Calvino’nun Yeni Bir Sayfa adlı kitabında “insanlığı yeni baştan kuracak” genel bir ahlaki devrimden bahsetmesi gibi. Calvino’nun da Beckett gibi Nazilere karşı savaşmış bir direnişçi olduğu göz önünde bulundurulduğunda, dünya savaşına tanık olmayla bu türden bir ahlakçılık arasında bir ilişki kurulabilir belki. Gibson, kitabında, Badiou’nun Beckett okuması yaptığı Tükenme Arzusu’nu da anıyor bu açıdan.
Gibson, Badiou’nun tezlerinden yola çıkarak Beckett’in felsefesine dair yaptığı tespitte bir paradokstan da bahsediyor: “Olduğumuzu ve bildiğimizi sandığımız şeyler hiçlik üstüne kurulmuştur. Bu nedenle dünyanın yenilenebileceği fikri mantıklıdır.” Godot, sonsuza dek beklenebilir; çünkü gelme ihtimali, gelmeme ihtimali kadar güçlü.
Görsel: Tayfun Yağcı
Yeni yorum gönder