Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Belki benim param dönüp dolaşıp...



Toplam oy: 892
Marguerite Yourcenar // Çev. Roza Hakmen
Metis Yayıncılık
Düş Parası, kısa ama zengin bir roman. Her şeyin birbiriyle ilinti olduğu fikrinin edebiyattaki belki de ilk örneklerinden.

Düş Parası, hakkında yazmadan önce birkaç gün zihnimin içinde gezdirdiğim romanlardan biri oldu; aklıma bir sürü şey getirdi. Romanın en belirgin fikirlerinden biri şu: Birbirimizden ne kadar uzak ve kopuk görünsek de, aslında takım adalar gibi köklerimiz aynı denizin tabanına ait. Herkesin durduğu yerden baktığında gördüğü bir dünya var; herkes kendi krallığının sınırları içerisinde yaşıyor ve anlamlandırıyor hayatı ve her hayat istinasız şekilde biricik. Yine de izole değil hiçbiri diğerinden, uzay boşluğunda birbirimize değmeden sürdürmüyoruz varlığımızı, bilakis, etkileşim sonsuz ve çok yönlü. En uzak ve alakasız olduklarımızla bile, hayatlarımız arasında sınırlar, mesafeler yok. Yabancı sandıklarımızla hikayelerimiz uzaktan akraba. Hepimiz bir şekilde, bir yerlerden teyelliyiz birbirimize. Bir vesileyle temas ediyoruz. Birbirimizi aşındırıyor ya da birbirimize eklenip çoğalıyoruz. Kocaman bir kesişim kümesinin içinde devinip duruyoruz bir gezegen dolusu insan. Düş Parası, tüm bu hissiyatı derin biçimde barındıran, roman boyunca farklı karakterlerin hikayelerinin birbirine çengel atmasıyla ilerleyen ve en sonunda herkesi kapsayan bir çemberi tamamlayan bir eser.

 

Farklı hikayelerin birbirinin içinde nasıl yol aldığını, nasıl çatallandığını ya da birleşip yola yan yana devam ettiğini göstermek için seyirciyi sanki elinden tutup yüksek bir yere çıkartan, ona kuşbakışı bir görüş açısı sağlayan bu tarz eserler, özellikle karakter zenginliği ve bu karakterler arasındaki şık ara paslar sebebiyle yaratması hiç de kolay eserler değil. Edebiyatın ve sinemanın pek sevdiği, hikayeyi zamanın lineerliğinden ziyade, belli bir süre zarfının derinliği üzerinden anlatan ve birden fazla hikayeyi birbirine ören bu kurgusal yöntemin, hakkı verildiğinde müthiş sonuçlar ortaya çıkardığına şahidiz. Sevgi Soysal’ın Yenişehir’de Bir Öğle Vakti romanı, Haneke’nin Bilinmeyen Kod’u, hatta Iñárritu’nun Babil’i, birebir aynı yapıyı takip etmese de “kelebek etkisi” kavramını iyi çözümlemiş, “eşzamanlılık” ya da “ardıllık” fikrini temel alan işlerden aklıma gelen sadece bazıları... Düş Parası ise, hepsinden de eski (81 yaşında) bir eser olarak, her şeyin birbiriyle ilinti olduğu fikrinin edebiyattaki belki de ilk örneklerinden. 

 

1933 yılında diktatörlük etkisindeki Roma’da geçen romanda, bir madeni para bir gün içinde elden ele geçiyor ve sırayla dokuz kişinin hayatına girerek onların hikayelerine konuk oluyor. Bu kişiler içerisinde meme kanserine yakalanmış hayat kadını Lina, diktatöre (ki adı geçmese de Mussolini’dir bahsedilen) suikast yapmayı planlayan ve bu yolda hayatından vazgeçmeye razı idealist Marcella, en parlak dönemini çoktan geride bırakmış yaşlı ressam Clément gibi hikayeleri alakasız ve uzak görünse de, bir noktada ince iplerle bağlanan, kendi yalnızlıkları ve varoluşsal sıkıntıları içinde kaybolmuş kişiler var. Elden ele geçen madeni para, bazıları hali hazırda ilişkili bazılarıysa tamamen yabancı dokuz kişiyi birbirine bağlıyor, hikayelerini uç uca diziyor, romanın odağını karakterden karaktere taşıyor ve insani bağın sembolü olarak romanın başından sonuna kadar sahneden inmiyor. Romanın sonuna kadar koruduğu bir başka unsur da diktatörlük yönetimindeki Roma’nın politik atmosferi ve bu atmosferin toplumun farklı kanatlarındaki kişiler üzerindeki etkisi: Mussolini’nin İtalya’sında geçen hikayelerin merkezinde diktatöre yapılacak bir suikast var.

 

Diktatörlüğün on birinci yılı

 

 

Kitabın önsözünde yazarın da belirttiği üzere, Düş Parası’nın ilk versiyonu 1934 yılında yayımlanmış. Şu anki versiyonu ise yazar tarafından tekrar gözden geçirilerek 1959 yılında piyasaya çıkmış. Bazı bölümlerinin neredeyse tamamı yeniden yazılmış; bazıları belirgin şekilde genişletilmiş, bazısı da değiştirilmiş, makaslanmış veya metnin içerisinde farklı şekilde yerleştirilmiş. Ancak roman kişileri, adları, kişilik özellikleri, karşılıklı ilişkileri ve dekorun yanı sıra kitabın temel ve ikincil temaları, yapısı, olayların çıkış noktası ve çoğunlukla vardıkları nokta aynen korunmuş. Kitabın iki versiyonunda da değişmeyen, değişmemesi gereken şeyin özellikle siyasi atmosfer olduğu belirtiliyor: “Diktatörlüğün on birinci yılında Roma’da geçen roman her şeyden önce bu belirli tarihi korumak zorundaydı.”

 

Marguerite Yourcenar bu kadar kapsamlı bir kurgulamaya neden gerek duyduğunu şöyle açıklıyor: “Romanın bazı paragrafları tekrar okuduğumda bana fazlasıyla kasıtlı biçimde eliptik, fazlasıyla muğlak, bazıları fazla süslü, fazla katı ya da fazla gevşek, bazıları da düpedüz kötü gelmişti.” Belirtilen bir başka neden de -ki bence en önemlisi- şu: “Düş Parası’nın yeniden basılmaya değer bulunmasının nedenlerinden biri, basıldığı dönemde faşizmin şaşaalı dış görünüşünün ardında saklı kof gerçekle yüzleşen ilk Fransız romanlarından biri (belki de ilki) olmasıydı...”

 

Böyle bir girişimin beyhude, hatta zararlı olduğu, yeni kitabın coşkudan yoksun olacağı konusundaki genel kanıya ise yazarın cevabı şöyle: “Nicedir sabitlenmiş bu maddenin tekrar esneklik kazanmasını görmek, artık hatırlamadığım koşullarda hayal ettiğim bu serüveni tekrar yaşamak, romanın gerçeklerini bir zamanlar yaşamış olduğumuz, daha derinlemesine keşfedebileceğimiz, daha iyi yorumlayabileceğimiz ya da daha fazla açıklayabileceğimiz, ama değiştirmeye gücümüzün yetmeyeceği durumlar misali tekrar karşımda bulmak benim için hem bir deney hem de bir ayrıcalıktı.”

 

Düş Parası, kısa ama zengin bir roman. Gerek şiirsel anlatımı gerekse kapsadığı meseleler itibariyle oldukça derin ve bir çırpıda okunabilecek bir eser değil, üzerine düşünmek icap eden cümlelerle ve bitirdikten sonra da aklınızda iz bırakması muhtemel ayrıntılarla dolu. İkili ilişkilerin duygusal atmosferinin yanı sıra politik ve tarihi alt yapısıyla realist bir dokuya sahip. İnsan ruhunu iyi bilen ve onun satır aralarını iyi okuyan bir yazar Marguerite Yourcenar ve bir yazar için daha büyük zenginlik yok gibi.

 

 


 

* Görsel: Servet Kesmen

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.